More

    Sarıkız ve Mardin’in Işığı

    Güneş, Mezopotamya ufkunda altın bir tepsi gibi yükseliyordu. Sarıkız, uzun bir yolculuğun heyecanıyla tur otobüsündeki koltuğuna oturmuştu. Camdan dışarı baktığında, toprak renkli tepeler ve taş evler uzanıyordu göz alabildiğine.
    Otobüs, “Mardin Turu” yazan tabelayı geçip yola koyulduğunda herkesin sesi yavaş yavaş kesildi. Şoför radyoyu kısınca, geriye sadece tekerleklerin taş yolda çıkardığı ritmik ses kaldı. Sarıkız da gözlerini kapadı, yorgunlukla derin bir uykuya daldı.

    Birden otobüsün içi altın sarısı bir ışıkla doldu. Işık büyüdü, büyüdü, sonra bir insana dönüştü. Uzun beyaz giysili, yüzü nur gibi parlayan bir adamdı. “Ben senin rehberinim,” dedi gülümseyerek. “Bugün sana Mardin’i göstereceğim. Ama bildiğin gibi değil; taşların kalbinden, rüzgârın dilinden dinleyeceksin.”

    Sarıkız şaşkın ama meraklıydı. “Gerçek rehber değil misin?” diye sordu. “Ben bu şehrin ruhuyum,” dedi adam. “Gel, birlikte zamanın kapılarını aralayalım.”

    İlk olarak yüksek bir tepeye çıktılar. Altlarında inci gibi dizilmiş evler vardı, her biri sarı kalker taşından yapılmıştı. “Burası Eski Mardin,” dedi ışıklı rehber. “ Evler birbirinin manzarasını kapatmaz. Çünkü burada saygı, taşın bile ruhuna işlemiştir.”

    Sarıkız, taş evlerin pencerelerinde kurutulan biberleri, damlarda serilen kilimleri gördü. Bir kadın elinde bakır tepsiyle çörek taşıyor, çocuklar dar sokaklarda top oynuyordu.
    “Hangi çağdasın?” diye sordu Sarıkız.  “Bütün çağlarda,” dedi rehber. “Çünkü Mardin zamansızdır.” Birlikte Zinciriye Medresesi’ ne vardılar. Avluda sular sessizce akıyor, taş duvarlardan serinlik yayılıyordu.  “Bu medrese,” dedi rehber, “artık sadece ilim değil, sabır öğretir. Her taşında bir âlimin duası gizlidir.” Sonra Ulu Cami’nin minaresine baktılar. Minare, sabah ışığında altın gibi parlıyordu. “Burada Müslümanlar, Süryaniler, Ezidiler, Hristiyanlar yüzyıllarca yan yana yaşadı,” dedi rehber. “Dualar birbirine karıştı ama hiçbir dua eksilmedi.”

    Sarıkız, Kırklar Kilisesi’nin çan sesini duydu.  “Bu şehirde inanç, gökyüzü gibidir,” dedi rehber. “Kim bakarsa, kendi rengini bulur.”

    Yavaşça sokaklara indiler. Rehber onu dar, taş merdivenlerle örülü sokaklardan geçirdi. Her köşede bir hikâye, her kapıda bir selam vardı.Bir evin önünde durdular. Yaşlı bir kadın tandır başında içli köfte hazırlıyordu. Yanında büyük bir tepside kaburga dolması vardı.
    “Buyurun kızım,” dedi kadın, “misafirsiz Mardin’in bereketi olmaz.”

    Sarıkız bir lokma aldı. Baharatın, etin, bulgurun kokusu dillerin, dinlerin bir araya gelişini anlatıyordu sanki. “Bu şehrin tadı birliğindendir,” dedi rehber. “Kokusunda kardeşlik vardır.” 

    Sonra Deyrulzafaran Manastırı’ na vardılar. Gün batıyordu, taşlar kızıl bir ışıltıya bürünmüştü.  “Bu manastır,” dedi rehber, “güneşin ilk doğduğu yerlerden biridir. Adı da buradan gelir: Safran Güneşi.”  Sarıkız sessizce izledi. Kuşlar manastırın kubbesine kondu, rüzgâr hafifçe taşlara dokundu. Bir anda uzaklardan bir ses yankılandı: “Değerli yolcular, Mardin’e hoş geldiniz!”

    Sarıkız birden irkildi. Gözlerini açtığında otobüs durmuştu. Dışarıda, altın sarısı taş evlerin parladığı bir şehir onu bekliyordu. Tur rehberi gülümseyerek, “Şimdi Eski Mardin’i gezeceğiz,” dedi.

    Sarıkız dışarı adım attı. Ama kalbinin derinlerinde hâlâ o ışıklı rehberin sesi yankılanıyordu: “Taşları dinle Sarıkız… çünkü Mardin’in dili sessizliktir.”

    Ve Sarıkız, Mezopotamya güneşinin altında taşlara dokunarak yürüdü. Her taşın, her rüzgârın, her kokunun bir dua olduğunu hissetti. Böylece Sarıkız, Mardin’in sadece sokaklarını değil, ruhunu da gezmiş oldu.

    Latest articles

    spot_imgspot_img

    Related articles

    Leave a reply

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    spot_imgspot_img