More

    Canan’ın Yangını

    Yiğit, evin kapısından içeri girerken nefes nefese seslendi:
    Anne! Dedemler amcamlara gelmişler!

    Canan, elindeki kepçeyi bir an unuttu. O an sobanın üstünde kaynayan çorbanın buharı yüzüne vurdu, ama o buharı değil, yüreğine saplanan bir acıyı hissetti. Elini farkında olmadan çorbanın içine daldırdı. Sıcak değildi sanki, acısı kalbine işlemişti çünkü. O an anlamıştı. Can yoldaşı, erinin dönmeyeceğini anlamıştı.

    Eğer o yaşıyor olsaydı, dedeler amcamlara gelmezdi.
    Ve gerçekten de öyleydi.
    İyileşsin diye büyük şehre gönderdiği kocası orada, sessizce toprağa verilmişti.

    Canan, bir süre sobanın yanında öylece kaldı. Elini değil, yüreğini yakmıştı bu haber. Okuma yazması yoktu, gözleri de iyi görmüyordu. “Ne yaparım şimdi?” diye sordu kendi kendine. “Nasıl büyütürüm çocuklarımı?”

    Ev, yorgun bir insan gibiydi; tavanı çökmek üzere, kapısında kilit yoktu. Ama en çok Canan’ın yüreği yıkılmıştı. Gözyaşları, küçük bir deniz gibi aktı içinden.

    Nikâh için gün almışlardı, ama hastane işleri araya girmişti. Nikâh kıyılamadan eşini kaybetmişti. Büyük oğlu Kara Efe’nin okul çağı gelmişti, beşikte yatan kızı Çiçek ise henüz kundakta bir melekti.

    Bir yandan acı, bir yandan borç yakasına yapışmıştı. Hastane masrafları için kooperatiften kredi çekmişlerdi; şimdi ödeme sırası ondaydı. Ama o, “Allah büyüktür,” diye düşündü. Ellerini açtı, dualara sığındı.

    Aylar geçti. Acı, ilk günkü tazeliğini koruyordu. Canan, bir gün köy imamının yardımıyla şahitler huzurunda nikâh işlemini tamamladı. Çocuklarını da nüfusa kaydettirdi.

    Zaman ilerledikçe insanlar yavaş yavaş kendi hayatlarına döndüler. Canan yalnız kalmıştı. Geceleri, eşinin sesini duyar gibi olurdu. Bir gece o sese kapılıp dışarı çıktı, karanlıkta yürürken komşunun evinin duvarına çarpınca kendine geldi.
    O günden sonra, her kalktığında kendini tutacak bir şey aradı. Evin kapısına sürgüler yaptırdı; sabahları onlara çarpınca, “Gerçek bu,” diye kendine gelirdi.

    Bir karar vermişti:
    Eri ölmüştü ama o, ondan kalan emaneti büyütecekti. Bir daha kimseye gönül vermeyecek, canından çok sevdiği yavrularını koruyacaktı.

    Bir sabah kahvaltı ederken kapı çaldı. Babasının sesi yankılandı:
    Kızım, kapıyı aç!

    Yakın köyde oturan babası, kızının haline çok üzülüyordu. Elinde bir ip vardı, ucunda danalı bir inek.
    Torunlarıma taze süt içirirsin, dedi.

    O inek, sanki yeni bir umut olmuştu. Canan, gözlerini sildi, başını kaldırdı:
    “Eşim sağken ne yapıyorsak, yine aynısını yapacağız,” dedi kendi kendine.

    Tarlayı sürdü, ekti, biçti, taşıdı. Elleri nasır tuttu, ama pes etmedi. Zaman zaman yiyecek ekmek bulamadıkları oldu, ama kimseye söylemedi. Çocukları doysun diye kendi aç yattı.

    Akıllı kadındı. Yazdan kışlık yiyeceklerini hazırladı, tutumlu davrandı. “Çocuklarımı okutacağım,” diye yemin etti. “Bu sefaletten kurtulacaklar.”

    İnek, dört yıl üst üste dişi dana doğurdu. Evde bereket vardı. Oğulları okula gidiyordu, kızı Çiçek de artık büyümeye başlamıştı.
    Eşine saygı duyan bazı akrabalar da zaman zaman destek oluyordu.

    Günler, ayları; aylar, yılları kovaladı.
    Canan, yorulsa da belli etmezdi. Gündüz demeden, gece demeden çalışır, ancak yatağa uzandığında yorgunluğunu hissederdi.

    Artık o, köyde “Eli öpülesi kadın” diye anılıyordu.
    Güneşin yaktığı, toprağın ve emeğin kavurduğu küçücük bedeninde koca bir yürek taşıyordu.

    Gözleri Zamanın İçinde Kalan Kadın

    Canan, bir sabah erkenden kalktı. Evin duvarlarına baktı; her köşesinde bir anı asılıydı.
    Köydeki eski evi boşaltırken elleri titriyordu, ama kararlıydı. Çocukları artık büyükşehirdelerdi; hayat onları yeni adreslere, yeni işlere, yeni sorumluluklara savurmuştu.
    Canan da üç beş eski eşyasını, kışlık yiyeceklerini, yatak yorganını ve yıllardır özenle sakladığı kıyafetlerini bir köşeye toplamış, küçük bir kamyonetin arkasına yükleyip çocuklarının tuttuğu eve doğru yola çıkmıştı.

    O gün, arkasına dönüp son kez baktığında gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
    Sanki yalnızca bir evi değil, geçmişini de orada bırakıyordu.

    Büyükşehire geldiğinde her şey başka bir ritimdeydi.
    Köyde sabah horoz sesleriyle uyanır, akşam yıldızlara bakarak dua ederdi.
    Şehirdeyse her şey gürültüyle başlıyor, gürültüyle bitiyordu.
    Sokakta yürürken kimse ona “Canan abla” diye seslenmiyor, yüzüne bakan gözlerde o eski saygıyı göremiyordu.
    Bir zamanlar köyün bilgesi, danışılan kadını olan Canan; artık kalabalığın içinde sessiz, sıradan bir figürdü.
    O saygınlık, o tanıdıklık, insanın kendini var hissettiren sıcaklık… Hepsi geride kalmıştı.

    Yine de yılmadı. Yeni dostluklar kurdu, yeni komşular edindi.
    Ama hiçbir gülüş eski komşusu Gülnaz’nin gülüşü gibi içten değildi, hiçbir sohbet köy çeşmesindeki kadar samimi değildi.
    Olsun, diyordu kendi kendine, “her yerin kısmeti başka.”

    Yıllar su gibi geçti.
    Çocukları birer birer yuvalarını kurdu.
    Evler, torunlar, koşuşturmalar derken Canan için yeni bir dönem başlamıştı: “Evlat yanında yaşamak.”
    Köyde kendi tarlasında, kendi evinde özgürce yaşadığı günlerin ardından bu yeni düzen başta ona yabancı geldi.
    Ama ne yapabilirdi ki? Ne evi kalmıştı ne de düzenli bir geliri.
    Kalacağı bir yer lazımdı; o da gönlünün sesini dinledi ve hep kendisini anlayan, dinleyen oğlu Yiğit’in yanında kalmaya karar verdi.

    Artık evde “gelin” dediği bir de kız vardı.
    Yiğit’in eşi… ilk başlarda mesafeliydi Canan’a, ama zamanla sevgiyle örülmüş bir bağ kurdular.
    Evde çocuk sesleri yankılanmaya başladığında, Canan yeniden nefes almaya başladı sanki.
    Torunlarının her “babaanne” deyişi kalbinin yangınını bir nebze serinletiyordu.

    Ama hayat, her güzel sayfanın arasına acı bir satır koymayı ihmal etmez.
    Bir gün torunlarından biri ağır bir hastalığa yakalandı.
    Evde hava değişti; neşenin yerini korku, umudun yerini çaresizlik aldı.
    Yiğit ve eşi geceleri uyumaz oldu.
    Bir anne-baba için evladının acısı dünyadaki en ağır yükmüş, Canan o gün anladı.

    Oğlunun gözlerinin altındaki morlukları, gelinin titreyen ellerini gördükçe içi yanıyordu.
    “Keşke elimden bir şey gelse” derken, dualara sarıldı.
    Her gece sabaha kadar Allah’a yalvardı, torununun ateşini kendi bedenine almak istercesine dizlerinde dua etti.

    Bir süre sonra Çiçek annesini yanına aldı.
    “Sen biraz dinlen anne, biz buradayız,” dedi sevgiyle.
    Canan da torununu, gelinini ve oğlunu arkada bırakıp Çiçek’in evine taşındı.
    Onları her özlediğinde, fırsat buldukça onları görmeye gidiyordu.
    Ama kalbinin bir yanı hep orada, hastalıklı torununun odasında kalıyordu.

    Yıllar birbirini kovaladı.
    Kara Efe, büyük oğlu, köye dönüp yeni bir ev yaptırmıştı.
    “Anne, yazları burada kal,” dediğinde, Canan’ın gözleri parladı.
    O çok sevdiği toprak kokusunu, sabah çiğinin serinliğini yeniden hissedecekti.

    Her bahar gelir gelmez köy yoluna düşerdi.
    Orada eski komşularıyla sohbet eder, mahalle fırınında köy ekmeği yapar, akşamları avluda çocukluk türkülerini söylerdi.
    Ama bir bahar… işler değişti.

    Köye gittiği günlerde bir rahatsızlık başladı.
    Önce halsizlik, sonra ateş, sonra nefes darlığı…
    Günlerce yoğun bakımda kaldı.
    Doktorlar, “Durumu ciddi,” dedikçe Çiçek’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
    Yiğit ve Kara Efe yanlarından bir an ayrılmadılar.
    Dört ay boyunca hastane odasının camından hep aynı gökyüzüne baktılar.

    Ve bir sabah, Canan’ın gözleri yeniden açıldı.
    O eski ışık, bir nebze de olsa geri dönmüştü.
    Ama artık başka bir kadındı.
    Yorgundu, çökmüştü, saçlarının beyazı artmış, yüzündeki çizgiler derinleşmişti.
    Sanki o dört ay, on yılı içinde eritmişti.

    Birkaç yıl sonra yeni bir sınav geldi:
    Bir sabah banyoda düşüp kalçasını kırdı.
    Hastane, ameliyat, fizik tedavi…
    Her şey yeniden başa sarmıştı.
    Ama bu kez yalnız değildi.

    Çiçek ve Yiğit  el ele verip onu yeniden ayağa kaldırdılar.
    Her adımı, bir mucize gibiydi.
    Bir sabah bastonuyla yürüdüğünde, torunu “Aferin anneannem!” diye bağırdı.
    Canan o gün ağladı.
    Mutluluktan, şükürden, sevgiden…

    Fakat zaman, kimsenin elinden tutmaz.
    Bir gün doktorlar, “Demans başlangıcı” dediler.
    Canan, kelimeleri unutmuyor ama zamanı karıştırıyordu.
    Bazen sabah sandığı akşamdı, bazen yıllar önce ölen kocasını hâlâ hayatta sanıyordu.
    İlaçlarını düzenli kullanıyor, ama yine de anılar bulanıklaşıyordu.

    Yine de onu hayata bağlayan bir şey vardı: sevgi.
    Çiçek’in ilgisi, damadının saygısı, torununun içten kahkahası…
    Hepsi Canan’ın içinde yeni bir ışık yakıyordu.
    Bazen unutsa da, o sevginin sıcaklığını hiç kaybetmiyordu.

    Bir akşam, torununu dizine oturttu.
    Titrek elleriyle torununun saçlarını okşadı.
    “Bak yavrum,” dedi yavaşça, “hayat bir yangın gibi…
    Bazen evini yakar, bazen içini.
    Ama külün altından yine bir kıvılcım kalır, seni yeniden ısıtır.
    İşte ben o kıvılcımlardan biriyim.”

    Torunu başını kaldırıp ona baktı, gülümsedi.
    “Sen hiç sönmezsin anneanne.”

    Ve Canan, gözlerini kapadı.
    Yüzünde huzurlu bir tebessüm vardı.
    Zamanın içinde kaybolsa da, sevgisinin izi hep kaldı.

    Latest articles

    spot_imgspot_img

    Related articles

    Leave a reply

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    spot_imgspot_img