More

    Cennet Ana

    Cennet henüz on altı yaşındaydı. Ne çocuktu artık, ne de tam anlamıyla kadın. Baharın ortasında açan narin bir çiçek gibiydi; rüzgâr dokunsa dalı titrer, ama toprağı bırakmazdı. O yaşına kadar köyün kıyısındaki küçük evlerinde sessiz, utangaç bir hayat sürmüştü. Annesine ev işlerinde yardım eder, kardeşleriyle ilgilenir, akşamları soba başında yün eğirirken geleceğe dair hayaller kurardı. Ama o hayallerin hiçbirinde “Ahmet” diye biri yoktu.

    Bir gün babası eve telaşlı bir yüzle geldi. Odanın içi duman, dışarısı akşam serinliği. Cennet’in kalbi, babasının ciddiyetinden bir şeylerin değişeceğini anlamıştı. Sonra öğrendi. Uzak köyden akrabaları istemeye gelmişti onu. Henüz kendi ömrü hakkında söz hakkı bile olmayan bir genç kız, bir anda nişanlı olmuştu. Ne yüzünü görmüştü nişanlısının, ne de sesini duymuştu. Ama büyükler karar vermişti, “hayır” demek ayıptı.

    Birkaç hafta sonra köye bir yabancı geldi. Uzun boylu, kara kaşlı, kalın sesli bir delikanlıydı. Adı Ahmet’ti. Gözleri Cennet’e değdiğinde bir an durdu, öylece baktı. Köylüler, “delikanlı kızın güzelliğine tutuldu” dediler. Cennet utandı, başını önüne eğdi. Aralarında bir yıl sonra yapılacak düğün için söz verildi. Ama o söz, bir yıl bekleyecek kadar sabırlı olmayan bir adamın içinde tutuşan bir ateşin başlangıcıydı.

    Ahmet, bir gece ansızın geldi. Cennet evde yalnızdı. Babası tarladaydı, annesi komşuya gitmişti. Delikanlı onu kolundan tuttu, “beni bekletme” dedi. Cennet’in ne olduğunu anlamasına fırsat kalmadan atın terkisine atıp uzaklaştı. Yollar karanlık, gökyüzü sessizdi. Gözyaşları yüzüne karışıyor, yüreği bir kuş gibi çırpınıyordu. Kendi rızası olmadan başladığı bu yolculuk, ömrünün en ağır hikâyesi olacaktı.

    Ahmet’in köyüne vardıklarında gece yarısıydı. Cennet’in kalbi ağrıyordu. Henüz on altısındaydı. Bir yabancının evinde, yabancı insanların arasında, korkuyla oturuyordu. Sabah olunca kaynanası geldi, yüzünde ne bir tebessüm ne de sıcak bir söz vardı. “Kız, burası senin evin artık. Ağlamakla iş bitmez” dedi. Oysa Cennet’in içinde hâlâ annesinin sıcak kucağı, çocukluğunun kokusu vardı.

    İlk geceyi hiç unutmadı. Ahmet, gözlerinde garip bir karanlıkla odaya girdi. Ardından bir köpek tasması getirdi. Evin iri çoban köpeğini odanın kapısına bağladı. “Benim sözümü dinlemezsen seni buna parçalattırırım” dedi. Cennet’in kalbi duracak gibi oldu. O gece, çocukluğu, gülüşleri ve hayalleri birer birer söndü. O günden sonra Ahmet ne derse o oldu. Korku, onun en sadık öğretmeni olmuştu.

    Günler geçti, aylar birbirini kovaladı. Cennet artık bu evde gelin değil, bir hizmetçiydi. Sabahın ilk ışığında kalkar, tandırı yakar, çamaşır yıkar, yemek pişirirdi. Kaynanasının, kaynatasının, dört erkek kardeşin, bir kız kardeşin hizmetindeydi. Akşam olduğunda Ahmet gelir, yorgunluk bahanesiyle hiddetlenir, kıskanır, bağırır, bazen de el kaldırırdı.

    Cennet’in sessizliği, onun zırhı olmuştu. Ne kadar vurulsa da ağlamazdı artık. Ağlasa bile kimse duymuyordu. Ama bazen, gece herkes uyuduğunda dışarı çıkar, ahırdaki hayvanların yanına giderdi. Elleriyle ineklerin başını okşar, koyunların tüylerini tarar, onlara fısıldardı. “Siz anlarsınız beni, değil mi?” derdi. O an hayvanların gözleri, sanki insan sıcaklığı taşırdı. Belki de Allah, onun sesini duyması için bu sessiz canlıları göndermişti.

    Yıllar birbirine karıştı. Cennet hamile kaldı, doğurdu. Bazı çocukları yaşadı, bazılarını toprağa verdi. Her doğumdan sonra biraz daha çöktü bedeni, ama kalbi hâlâ yaşıyordu. Evdeki çocuk sesleri, kısa da olsa ona nefes oluyordu. Oğullar büyüdü, kızları serpildi. Her biri bir gün uzak diyarlara gitti. Kayınları da evlenip ayrıldı. Koca evde bir zamanlar kalabalık olan hayat, yerini sessizliğe bıraktı. Ama Ahmet’in kıskançlığı hiç bitmedi.

    Cennet, dışarı çıkarken kirli elbiseler giyerdi. Güzelliği hâlâ belli olmasın, Ahmet onu kimseye göstermesin diye. Kendi varlığını gizlemek, onun için bir korunma yöntemiydi artık. Ama bu da yetmiyordu. Gün geldi, torunu yaşındaki bir delikanlıyı askere uğurladığı için bile dayak yedi. Altmış yaşındaydı artık. Her bir darbe, kemiklerinden çok ruhunu kırıyordu.

    Evin ahırı onun sığınağı olmuştu. Her acıdan sonra oraya gider, sessizce ağlardı. Gözyaşları samanlara düşerdi. “Allah’ım, ben ne yaptım da bu kadar sınandım?” derdi. Hayvanların nefes alışları, onun dualarına eşlik ederdi. Herkesin sustuğu, kimsenin görmediği o küçük dünyada, Cennet sabırla yaşadı.

    Sonra yıllar bir kez daha geçti. Çocukları evlendi, torunları doğdu. Ahmet yaşlandı ama huyundan vazgeçmedi. Gözleri zayıfladı, elleri titredi, ama kıskançlık yüreğinden hiç eksilmedi. Cennet ise, bir ömrün yükünü taşımaktan bükülmüş, saçları kar beyazına dönmüştü. Aynada kendine baktığında bazen kendi annesini görür gibi olurdu. Ama o kadın çoktan gitmişti.

    Bir sabah Ahmet öldü. Cennet, onun sessiz bedenine baktı. İçinde ne sevinç, ne de derin bir hüzün vardı. Yalnızca sessizlik… “Ağlasam mı, gülsem mi bilemedim” diye fısıldadı. Evin içinde yankılanan kendi sesi bile yabancı geldi ona. Yıllarca korktuğu adam artık yoktu ama korku, onun içine kök salmıştı.

    Ahmet’in ölümünden sonra Cennet, evlatlarının yanında yaşamaya başladı. Her biri ona iyi davrandı, ellerinden geldiğince ilgilendiler. Ama o, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, içinde hep bir boşluk hissetti. Altmış beş yılını geçirdiği o ev, o ahır, o köy – her şey onu çağırıyordu. Çünkü insan bazen acısına bile alışır.

    Geceleri torunlarının sessiz odasında uyumadan önce gözlerini kapatır, geçmişine giderdi. Babasının sesi, annesinin elleri, köyün kokusu, ilk gençliği, sonra Ahmet, sonra çocukları… Her şey bir film gibi gözlerinin önünden geçerdi. Gözlerinden bir damla yaş süzülür, “Bir ömrü ne için yaşadım?” diye sorardı kendi kendine.

    Bir gün sabah erkenden, güneş doğarken, Cennet’in nefesi hafifledi. Yüzünde tuhaf bir huzur vardı. Çocukları etrafında, elleri ellerinde… Onlara bakarken son kez gülümsedi. Gözlerini kapattı, sanki bir sessiz dua mırıldandı. Ve gitti.

    Onun ardından köyde kimse uzun uzun konuşmadı belki ama herkesin içinde bir sızı kaldı. Çünkü Cennet, kimseye kötülük etmeden, sessizce yaşamış bir kadındı. Hayatı boyunca ne şikâyet etmişti, ne isyan. Gülmedi belki, ama sevmişti. Dövülmüştü, ama kırmamıştı. O, sessizliğin içinde dimdik duran bir kadındı.

    Bir ömür, korkunun, sabrın ve susmanın gölgesinde geçti. Ama bir de şunu unutmamak gerekirdi: Cennet’in hikâyesi, yalnızca onun değil, bir dönemin, bir toplumun hikâyesiydi. O, acının içinde bile insanca kalmayı bilen bir kadındı.

    Ve belki de, toprağa verildiği gün, köyün ahırındaki hayvanlar sessizce meledi, inledi. Çünkü onlar biliyordu; Cennet gitmişti ama onun merhameti, sıcak elleri, fısıltıları orada kalmıştı.

    Latest articles

    spot_imgspot_img

    Related articles

    Leave a reply

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    spot_imgspot_img