Dünya üzerinde milyarlarca insan yaşıyor. Her biri farklı bir kültürün, dilin, dinin, ırkın temsilcisi. Fakat hepimiz aynı gökyüzünün altındayız. Aynı güneşin altında ısınıyor, aynı yağmurun altında ıslanıyoruz. Yine de aramızdaki farklar, sanki başka gezegenlerin canlılarıymışız gibi derinleşiyor. Kimi bilgiyle yoğrulmuş bir toplumda doğuyor, kimi yoksulluğun ve açlığın hüküm sürdüğü topraklarda. Kimi geleceğini şekillendirecek eğitime ulaşabiliyor, kimi ise bir lokma ekmek için mücadele ediyor.
Her millet, bulunduğu coğrafyanın rengine bürünmüş; kimi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, kimi modernleşmenin peşinde. Ancak bu farklılıklar arasında ortak bir eksiklik var: insanlık bilinci.
Unutuyoruz.
Unutuyoruz ki hepimiz aynı türün üyeleriyiz. Aynı başlangıçtan geldik ve aynı sona yürüyoruz. Ne kadar zengin, ne kadar güçlü, ne kadar bilgili olursak olalım, toprağın altında hepimiz aynı sessizliğe gömüleceğiz.
Bugün dünyanın bir ucunda lüks içinde yaşayan bir insan, diğer ucunda açlıktan ölen bir çocuğun haberine kayıtsız kalabiliyor.
Zenginlik içindeki Arap ülkeleri, petrol gelirleriyle ihtişamlı şehirler inşa ederken, komşu kıtadaki Afrika çocuklarının gözlerindeki açlığı görmezden geliyor.
İngiltere, Amerika, Fransa gibi güçlü devletler; “yardım” adı altında kendi çıkarlarını koruyor, sömürgeciliği sadece şekil değiştirerek sürdürüyor.
Ve biz bireyler…
Biz de aynı körlüğün içindeyiz. Her birimiz “görmedim, duymadım, bilmiyorum” diyerek kendi küçük dünyamıza sığınıyoruz.
Ailemizi, çocuklarımızı korumak doğal bir içgüdü, evet. Ama sadece kendi çevremizi düşünmek, dünyayı parça parça çürütüyor. Herkes yalnızca kendi çıkarını gözettiğinde, insanlık denen kavram anlamını yitiriyor.
İnsanoğlu, bencil doğmasa da bencil yaşamayı öğreniyor.
Toplumlar, sistemler ve ideolojiler bu bencilliği besliyor. Rekabet, başarı, kariyer, zenginlik gibi kavramlar, insanın özündeki paylaşma duygusunu gölgeliyor.
Peki çözüm ne?
Belki dinler bu sorunun bir kısmına cevap olabilir. Çünkü her dinin özünde “iyilik”, “merhamet” ve “paylaşma” vardır. Ancak dinin adı değil, insanın niyeti belirleyicidir. Dini çıkar aracı yapan, vicdanını susturmuş bir insan, hangi inanca sahip olursa olsun karanlığa hizmet eder.
Belki çözüm, eğitimdedir.
Ama sadece bilgi öğreten değil, vicdanı uyandıran, empatiyi besleyen, insan olmanın sorumluluğunu anlatan bir eğitim.
Belki çözüm, insanlara hayatın geçiciliğini hatırlatmaktır. Biriktirdiğimiz servetlerin, malların, unvanların bizimle gelmeyeceğini; geride kalacak tek şeyin iyiliğimiz, sevgimiz ve bıraktığımız izler olduğunu anlatmaktır.
İnsanoğlu değişebilir mi?
Bu soru yüzyıllardır soruluyor. Belki bir birey olarak tüm dünyayı değiştiremeyiz, ama bir kıvılcım yakabiliriz. Çünkü iyilik bulaşıcıdır.
Bir çocuk gördüğü merhameti büyüdüğünde çoğaltır.
Bir toplum, adaletin değerini anladığında daha yaşanılır hale gelir.
Ve belki bir gün, sınırların, bayrakların, çıkarların ötesinde, sadece “insan” olmayı hatırlarız.
O gün geldiğinde, artık kimse üç maymunu oynamayacak.
O gün geldiğinde, insanlık kendini affettirecek.




