Ofisin kapısı ağır bir gıcırtıyla aralandığında içerideki hava bir anda değişti. İçeriye iri ve canlı gözleriyle etrafa bakan, biraz da hırçın görünümlü, kahverengi gür saçlı küçük bir kız çocuğu ile annesi girdi. Kadının yüzü solgundu, bedeni yorgundu. Ellerindeki titrek hareketler onun ağır bir yük taşıdığını açıkça belli ediyordu. Kız ise sessizdi. Dudaklarındaki yarık, sanki suskunluğunun sembolü olmuştu. Konuşmuyordu, ama gözleri çok şey söylüyordu.
Annesi, biraz tereddüt ettikten sonra konuşmaya başladı. Sesi kısık, yorgun ama çaresiz bir umudu içinde barındırıyordu. “Ben hastayım…” dedi. “Cilt kanseri… bütün vücuduma yayılmış. Günlerim sayılı. Ama derdim yalnızca kendim değil. Kızım var. Okula uyum sağlayamıyor. Arkadaşları ona acımasız davranıyor, dışlıyorlar. Öğretmenleri de rehberliğe yönlendirmiş. Fakat… oraya nasıl gideceğimizi bilmiyoruz. Ne paramız var ne arabamız. Yol bilmiyoruz. Yolda da kimse yardımcı olmadı.”
Ofis sessizleşmişti. Sadece annenin titreyen sesi duyuluyordu. Küçük kız, gözlerini bir noktaya dikmiş, hiç tepki vermiyordu.
Aslında buraya gelişleri tesadüf değildi. Kapıdaki bekçi, onların çaresizliğini fark etmişti. İnsanların çoğu görmezden gelmişti ama o adam görmüştü. Bir an göz göze gelmişlerdi. Çocuğun iri kahverengi gözlerinde hem isyan hem de umutsuzluk vardı. Annenin adımları ağır, neredeyse tükenmişti. Bekçi, onların haline kayıtsız kalamadı. Kalbinin sesini dinleyerek onları bilerek o ofise yönlendirdi. Çünkü içeride iyi yürekli, yardımsever bir genç kadın vardı. Onun kalbi herkese şefkatle yaklaşırdı.
Ofisteki genç kadın, Sarı Kız’dı. Artık büyümüş, saçları kumral tonlarına dönmüş, gözleri ise aynı çocukluk günlerinde olduğu gibi sevgiyle ışıldıyordu. İnsanlara yardım etmekten çekinmez, onların yüklerini hafifletmeye çalışırdı. Annenin sözlerini dinlediğinde kalbi burkuldu. Bir an sustu, sonra gözlerini küçük kıza çevirdi. Eğildi, göz hizasına indi ve yumuşak bir sesle konuştu:
“Sen çok güzelsin… Gözlerin dünyada eşi benzeri olmayan bir hazine. Dudağındaki yarık ise sadece küçük bir ayrıntı. Doktorlar bunu düzeltecek ve hiç iz kalmayacak. Senin tek yapman gereken şey derslerine çalışmak, güçlü olmak ve bir meslek sahibi olmak. Çünkü sen çok değerlisin.”
Küçük kız o an şaşırdı. Daha önce kimse ona böyle şeyler söylememişti. Onu farklılıklarıyla yargılamış, dışlamışlardı. Ama bu genç kadın, tam tersini yapıyordu. Ona değer veriyordu. İçinde bir sıcaklık hissetti, gözleri doldu.
Sarı Kız amirlerinden izin aldı, anne ve kızla birlikte onları rehberliğe götürmeye karar verdi. Yolda sessiz kızı konuşturmaya çalıştı, ufak sorular sordu, şakalar yaptı. Kız ilk başta sessiz kaldı ama sonra gözlerinde hafif bir gülümseme belirdi. Küçük küçük cevaplar vermeye başladı. O küçücük anlar, onun için kocaman bir adımdı.
Rehberlik merkezine vardıklarında, küçük kız birden koşup Sarı Kız’ın bacaklarına sarıldı. Gözlerini sıkıca kapattı, sanki bırakmak istemiyordu. O an, kelimelerden daha güçlü bir bağ kuruldu. Sarı Kız çocuğun saçlarını okşadı. İçinden, “Bu kızın hayatında yalnızca birkaç güzel söz bile çok şeyi değiştirebilir” diye geçirdi.
Anne sessizce gözyaşlarını sildi. Çocuğun kulağına fısıldanan o cümleler belki de onun geleceğini şekillendirecekti. “Gözlerin eşsiz… Sen çok değerlisin… Yarığın geçecek… Derslerine çalış, meslek sahibi ol…” Bu cümleler, küçük kızın kalbine işledi. İlk kez biri ona inanç aşılıyordu. O an, geleceğe dair içinde bir ışık yandı.
Zaman hızla aktı. Annenin hastalığı ilerledi ve sonunda hayatını kaybetti. Küçük kız için dünya daha da zorlaştı. Artık tek başınaydı. Devletin korumasına alındı, yurtlarda büyüdü. Ama o gün duyduğu sözler hiç aklından çıkmadı. “Derslerine çalış, güçlü ol, meslek sahibi ol…” Onu hayata bağlayan tek şey, o sözlerdi.
Yurt hayatı zordu. Arkadaşlıklar, yalnızlık, gece ağlayışları… Ama kız hep direndi. Çünkü bir ablası olduğunu biliyordu. Onu belki bir daha göremeyecekti, ama sözleri hep yanındaydı.
Küçük kız çalıştı, inandı, çabaladı. Öğretmenlerinin dikkatini çekti, zekâsı ve azmiyle ön plana çıktı. Bazen tökezledi, bazen yoruldu ama hiç pes etmedi. Çünkü bir gün bir mesleği olacak, o güzel sözleri söyleyen ablasına yüzünün akıyla dönecekti.
Yıllar geçti. Dudaklarındaki yarık ameliyatlarla kayboldu, iz bile kalmadı. Aynaya baktığında artık bambaşka birini görüyordu. Ama içindeki en büyük değişim, kalbindeydi. O sözler onun hayat felsefesi olmuştu.
Okulunu bitirdi, üniversiteye girdi. En büyük hayali, çocuklara dokunan bir meslek edinmekti. Öğretmen oldu. Çünkü o da bir zamanlar bir öğretmenin, bir ablanın sevgisiyle değişmişti. Artık sıra ondaydı. Çocuklara şefkatle yaklaşmayı, onların içindeki ışığı ortaya çıkarmayı kendine görev bildi.
Sınıfta sessiz duran bir çocuğun gözlerine baktığında kendi geçmişini hatırladı. Her kelimesinde, her ilgisinde, bir zamanlar duyduğu o cümleler yankılandı: “Sen çok değerlisin.”
Bir gün, genç bir öğretmen olarak elinde çiçeklerle o eski ofisin kapısından içeri girdi. Yıllar geçmişti, ama kalbindeki minnettarlık hiç azalmamıştı. Dudaklarında artık en ufak bir iz bile yoktu. Ama yüzünde, o sözlerin izi vardı: güven, azim ve sevgi.
Sarı Kız’ı gördüğünde gözleri doldu. “Biliyor musun?” dedi. “O gün bana söylediklerin hayatımın felsefesi oldu. Ben senin bana inandığın gibi kendime inandım… Ve başardım.”
Sarı Kız’ın da gözleri doldu. İki kadın birbirine sarıldılar. Zaman durmuştu.
Bu hikâye yalnızca bir küçük kızın kurtuluşu değildi. Bu, bir insanın bir başkasına kalpten söylediği birkaç güzel sözün hayat değiştirme gücünün hikâyesiydi. İyi insan olmanın, yardımseverliğin, merhametin erdemi burada gizliydi.
Bir bekçinin vicdanı, bir genç kadının şefkati, bir çocuğun umudu birleşmiş, hayatın akışını değiştirmişti.
Küçük kız artık öğretmendi. Ve her gün, çocuklarına fısıldıyordu:
“Sen çok değerlisin…”




