Trenle Yola Çıkış
Sabahın erken saatlerinde, istasyonda rengârenk bir kalabalık vardı. Nostaljik trenin kırmızı-beyaz vagonları parlıyordu. Buhar dumanı gökyüzüne ince ince kıvrılar çiziyor, sanki bulutlarla oyun oynuyordu.
Sarı Kız ve arkadaşları bavullarını kucaklamış, heyecanla vagona biniyorlardı. İçeride eski ahşap koltukların cilalı kokusu vardı. Pencerelerden dışarı bakınca, rayların üstünde uzanan yol gökyüzüne giden bir çizgi gibi görünüyordu.
“Macera başlıyor!” dedi Sarı Kız gözleri ışıl ışıl.
Tren hareket etti. Çocuklar kah gülüyor kah pencereye yaslanıp manzarayı izliyordu. Ovalar, köyler, nehirler bir nakış gibi akıyordu. Lokomotifin ritmik sesi masal gibi kulağa geliyordu:
“Tıkı-tık… tıkı-tık…”
Yol uzun, manzara büyüleyiciydi. Sarı Kız başını cama yasladı. Gözleri ağırlaştı. İşte o anda büyülü bir rüya başladı.
Ankara – Gordion’un Düğümü
Sarı Kız kendini bir anda bambaşka bir yerde buldu. Önünde dev gibi bir saray kapısı vardı. Kapının ortasında karmaşık iplerden örülmüş kocaman bir düğüm asılıydı. İnsanlar etrafını sarmış, fısıltıyla konuşuyordu:
“Kim bu düğümü çözerse Asya’ya hükmedecek.”
Sarı Kız merakla ipleri tutup çözmeye çalıştı. Çekti, büktü, çevirdi… Ama düğüm öyle sıkıydı ki çözülmüyordu. Tam o sırada gökyüzü yarıldı, altın zırhlar içinde bir atlı belirdi. Bu Büyük İskender’di! Elindeki kılıcı çekti, düğüme bir hamle yaptı ve ipler bir anda ikiye ayrıldı.
O anda gökyüzünden ışıl ışıl at sürüleri indi. Kuyrukları gökkuşağı gibi parlıyor, nallarından kıvılcımlar çıkıyordu. Sarı Kız’ın yanına yaklaşan beyaz bir at kulağına fısıldadı:
“Altının değil, iyiliğin peşinden git. Çünkü iyilik, dünyanın en güçlü hazinesidir.”
Sarı Kız heyecanla başını salladı. Atların kanat çırpan gölgeleri göğe yükselirken, kalbinin derinliklerine bir sıcaklık doldu.
Birden trenin düdüğü öttü. Rüya kayboldu. Pencereden dışarı baktığında Ankara’nın bozkırları uzanıyordu.
Kayseri – Erciyes ve Ağlayan Gelin
Tren Kayseri’nin topraklarına yaklaştığında Sarı Kız tekrar uykuya dalmıştı.
Birden karşısına kocaman bir dağ çıktı: Erciyes Dağı!
Zirvesi bembeyaz karlarla kaplıydı, bulutlar dağın eteklerine sarılmıştı. Sanki gökyüzüyle yeryüzünü birbirine bağlayan dev bir köprü gibiydi.
Sarı Kız, dağın eteğinde bir köy gördü. Köylüler ona dağın sırrını anlattı:
“Vaktiyle burada çok gururlu bir genç yaşarmış. İnsanları küçümser, kimseyi dinlemezmiş. Bir gün daha da yukarılara çıkıp bulutlara hükmetmek istemiş. Ama kibri onu taş kesmiş. İşte o genç, Erciyes Dağı’na dönüşmüş.”
Sarı Kız bu sözleri duyunca dağa yeniden baktı. Zirve öyle görkemliydi ki, kibirle değil sabırla yükselmenin ne demek olduğunu anladı.
Tam o sırada rüzgârla birlikte ince bir ağlama sesi duyuldu. Sarı Kız sesin peşinden gidince bir kayalığın yanında genç bir gelin gördü. Gelinin gözlerinden damla damla yaşlar süzülüyor, toprağa düşüyordu. Her gözyaşı toprağa değdiğinde rengârenk çiçekler açıyordu.
Köylüler fısıldadı:
“Bu Ağlayan Gelin’dir. Sevdiğinden ayrıldığı için gözyaşları hiç dinmez. Ama onun acısı toprağı güzelleştirir, gözyaşları laleler olup açar.”
Sarı Kız eğilip çiçeklere dokundu. Çiçeklerin yapraklarında sanki gökyüzünün maviliği, toprağın bereketi, gelinin yüreği saklıydı.
Rüzgâr ona bir sır fısıldadı:
“Her acının içinde yeni bir hayat filizlenir.”
Birden trenin düdüğü öttü. Rüya kayboldu. Sarı Kız gözlerini açtığında, pencereden Kayseri’nin geniş ovası ve Erciyes’in gerçek silueti görünüyordu. Gördüğü efsane, dağın eteklerinden ona selam veriyor gibiydi.
Sivas – Pir Sultan ve Deli Ağa
Tren uzun uzun düdük çalarak Sivas’a doğru ilerlerken Sarı Kız yorgunluktan gözlerini açık tutamıyordu ve yeniden rüyasının içine çekildi.
Birden kendini yemyeşil bir ovada buldu. Ortada ulu bir çınar vardı, dallarında kuşlar ötüyordu. Çınarın gövdesine yaslanmış, elinde sazı olan nur yüzlü bir derviş oturuyordu. Tellerden yayılan ses gökyüzüne yükseliyor, dağlarda yankılanıyordu.
Sazın telleri şöyle diyordu:
“Adalet olmadan huzur olmaz,
Sevgi olmadan gönül dolmaz.”
Sarı Kız yaklaştı. Derviş ona gülümsedi:
“Ben Pir Sultan Abdal’ım. Halkın sesiyim, adaletin türküsüyüm. İnsanların kalbinde umut olduğunda zulüm yok olur.”
Tam o anda gökyüzü karardı, uzaklardan uğursuz bir kahkaha duyuldu. Sarı Kız kendini bir köy meydanında buldu. Meydanda kocaman bir konak yükseliyordu. Kapısında zalim bir adam bekliyordu. Halk fısıldıyordu:
“Bu Deli Ağa… Zengin ama kalpsiz. Köylünün ürününü alır, aç bırakır, kimseye merhamet etmez.”
Sarı Kız’ın yüreği sıkıştı. İnsanların gözlerinde korku vardı. Kadınlar çocuklarını saklıyor, yaşlılar dua ediyordu.
Birden gökyüzünde şimşekler çaktı. Yağmur damlaları toprağa düşerken Deli Ağa’nın konağının çatısına kocaman bir yıldırım indi. Gürültüyle birlikte konak sarsıldı. İnsanlar korkuyla geri çekildi. Ama yıldırımın bıraktığı iz, binayı taş kesmişti.
Köylüler hayretle bakarken biri şöyle dedi:
“Allah adaleti. Zalim taş olur, iyilik kalır.”
Sarı Kız konaktan geriye kalan taş yığınına baktı. Gözlerinin önünde Pir Sultan Abdal belirdi. Elinde sazıyla bir türkü daha söyledi:
“İyilik ekersen, dostluk biçersin.
Zulüm ekersen, taş olursun.”
Sarı Kız’ın kalbine bir ışık doldu. Adaletin er ya da geç yerini bulduğunu anladı.
Birden trenin düdüğü öttü. Rüya kayboldu. Pencereden dışarı baktığında Sivas’ın bozkırları uzanıyordu. Ama kulağında hâlâ sazın tınısı vardı.
Erzincan – Altın Post ve Terzibaba
Tren Fırat’ın kıyılarından süzülerek Erzincan’a yaklaşırken Sarı Kız yine gözlerini kapadı. Rüyasının kapısı aralandı ve kendini yemyeşil vadilerde buldu.
Uzakta, dağların arasında altın ışıklarla parlayan bir şey vardı. Sarı Kız merakla oraya doğru yürüdü. Yaklaştığında gördü ki ışığın kaynağı parlak tüylere sahip bir koçtu. Koçun postu altın gibi parlıyor, çevresine ışık saçıyordu.
Birden etrafta fısıltılar yükseldi:
“Bu, Altın Post! Eskiden kahraman Argonotlar, buraya kadar gelip onu aramışlardı. Çünkü bu post, gücü ve zenginliği temsil eder.”
Sarı Kız postu eline almak istedi, ama tam o anda gökyüzü karardı. Bir ses yankılandı:
“Altının ışığı, gözleri kör eder. Gerçek hazine, gönüllerde saklıdır.”
Sarı Kız durdu. Elleri titredi. Posta baktığında artık onun altın değil, sıradan bir yün olduğunu gördü. Yüreğinde bir huzur belirdi.
Tam o sırada karşısına nur yüzlü, uzun sakallı bir derviş çıktı. Sırtında eski bir aba vardı. Gözleri şefkatle parlıyordu. Sarı Kız onun kim olduğunu hissetti: Terzibaba.
Terzibaba ona şöyle dedi:
“Evladım, altın bir gün değerini yitirir, ama sabır ve sevgi sonsuza dek kalır. İnsan gönlünde iyilik taşırsa en büyük zenginlik odur.”
Sonra derviş elini göğe kaldırdı. Dualarıyla gökyüzü açıldı, yağmur dindi, güneş vadilere ışık saçtı. Çiçekler başlarını kaldırdı, kuşlar ötüşmeye başladı.
Sarı Kız, içindeki huzuru hissetti. Yavaşça geri çekildi, ama gözlerini kapattığında Terzibaba’nın sesi hâlâ kulağındaydı:
“Unutma kızım, sabırla yol alan, muradına erer.”
Birden trenin düdüğü öttü. Rüya kayboldu. Pencereden dışarı baktığında Fırat’ın suları kıvrıla kıvrıla akıyordu. Erzincan’ın dağları göğe doğru uzanıyordu. Sarı Kız kalbinde bir bilgelik taşıyordu artık.
Erzurum – Nene Hatun ve Ejderha Kayası
Tren ağır ağır Erzurum’a yaklaşırken Sarı Kız yine dalıp gitti. Gözlerini kapadığında kendini karlı dağların, yüksek yaylaların ortasında buldu. Hava soğuk, gökyüzü griydi ama Erzurum’un taş evleri dimdik ayakta duruyordu.
Birden kentin içinde yankılanan top sesleri duyuldu. Sarı Kız irkildi. Herkes panik içinde koşuşturuyordu. Kapıların önünde kadınlar, çocuklar, yaşlılar vardı. O sırada başında beyaz örtüsüyle güçlü bakışlara sahip bir kadın çıktı karşısına. Elinde bir tüfek vardı.
“Ben Nene Hatun’um!” dedi kadın gür sesiyle.
“Bu vatanı, bu kaleyi savunacağız. Çocuklarımız, geleceğimiz için yılmak yok!”
Sarı Kız, kadınların, yaşlıların, gençlerin ellerine taş, sopa, hatta kazma kürek aldığını gördü. Soğuğa aldırmadan düşmana karşı savaşıyorlardı. Karların üstünde ayak izleri değil, kahramanlık destanı yazılıyordu.
Nene Hatun Sarı Kız’a döndü:
“Kızım, cesaret sadece erkeklere mahsus değildir. Kadının yüreği vatan sevgisiyle doldu mu, önünde hiçbir güç duramaz.”
O an Sarı Kız’ın kalbi gururla çarptı. “Ben de sizinle savaşıyorum!” dedi. Eline küçük bir bayrak aldı, kaleye dikti. Bayrak rüzgârda dalgalandı, gökyüzü aydınlandı.
Tam bu sırada rüzgârın uğultusu değişti. Uzaklardan kocaman bir gölge yaklaşmaya başladı. Dağlardan birinin üstünde dev gibi bir kaya kımıldıyordu. Kaya ejderha biçimini aldı. Alevler püskürten Ejderha Kayası göğe yükseldi.
Sarı Kız korkuyla geri çekildi. Ama Nene Hatun dimdik durdu:
“Bu ejderha, halkın korkularıdır. Korkularımız büyüdükçe taş olur, üstümüze çöker. Cesaret gösterirsek dağlar bile yol olur.”
Kadınlar dualar okudu, erkekler davullar çaldı. Hep birlikte haykırdılar. Ejderha Kayası bir anda dondu, tekrar taş kesildi. Güneşin ilk ışıkları taşa vurduğunda ejderhanın silueti orada kaldı.
Sarı Kız rüyasında gördüklerini hayretle izlerken içinden şu sözler yankılandı:
“Cesaret, yürekte başlar. Korkunun üzerine yürüyen, zaferi kazanır.”
Birden trenin düdüğü öttü. Sarı Kız gözlerini açtığında Erzurum Ovası’nı gördü. Karlarla kaplı dağların arasında şehre doğru ilerliyorlardı. Yüreği Nene Hatun’un cesaretiyle dolmuştu.
Kars – Ani Harabeleri, Ardahan-Kars Çıldır Gölü ve Kars Kalesi
Tren Kars’a yaklaşırken Sarı Kız’ın kalbi hızla çarpmaya başladı. Bu şehrin adını duyduğundan beri içinde gizemli bir merak vardı. Yine gözlerini kapadı ve rüyanın büyülü kapısından içeri adım attı.
Ani Harabeleri’nin Sessizliği
Kendini kocaman taş surların arasında buldu. Çevresinde terk edilmiş kiliseler, saray kalıntıları ve yıkık sütunlar vardı. Rüzgâr, boş pencerelerden içeri giriyor, harabeler sanki fısıldıyordu.
Birden taşların arasından eski kıyafetler giymiş bir bilge belirdi. “Burası Ani’dir,” dedi. “Bir zamanlar binlerce insanın yaşadığı, ticaret yollarının kavşağı olan ihtişamlı bir şehirdi. Ama hırs ve savaş, burayı sessizliğe gömdü.”
Sarı Kız, hayalet gibi dolaşan eski tüccarları, çarşıda oynayan çocukları gördü. Şehir bir anlığına yeniden canlandı. Sonra rüzgâr esti, her şey yine taş ve sessizlik oldu. Bilge ona şunu söyledi:
“Unutma kızım, şehirleri ayakta tutan taşlar değil, insanların barışı ve sevgisidir.”
Çıldır Gölü’nün Efsanesi
Sonra birden kendini uçsuz bucaksız bir gölün kıyısında buldu. Sular buz gibi ve berraktı. Gökyüzü göle yansıyor, mavilik içinde mavilik oluyordu. Fakat gölün ortasında kocaman bir girdap oluştu.
Sarı Kız korkuyla geri çekildi. Girdabın içinden uzun saçlı, beyaz elbiseli bir kadın çıktı. Yüzü hem güzel hem hüzünlüydü. Kadın konuştu:
“Ben bu gölün ruhuyum. Çıldır Gölü’nün sularında nice sevdalıların gözyaşları vardır. Efsaneler anlatır ki, kavuşamayan âşıkların gözyaşlarıyla bu göl dolmuştur.”
Sarı Kız’ın yüreği burkuldu. Su perisi ona yaklaştı ve elini kalbinin üzerine koydu:
“Sevgi bazen kavuşmak değildir. Bazen beklemek, bazen özlemektir. Ama gerçek sevgi, asla yok olmaz.”
O anda gölün yüzeyi parladı. Yüzlerce balık ışık gibi sıçradı, gökyüzü altın rengine büründü.
Kars Kalesi’nin Borazanı
Sonra Sarı Kız kendini dimdik yükselen bir kalenin önünde buldu. Kars Kalesi! Surları güçlü, burçları göğe uzanıyordu. Kale kapısında bir borazan asılıydı.
Birden o borazan kendi kendine öttü. Surlarda askerlerin gölgeleri belirdi. Borazan sesi tüm ovaya yayıldı. Halk sevinçle haykırıyordu. Çünkü bu ses, düşmana meydan okumanın, birliğin ve umudun simgesiydi.
Sarı Kız borazanı eline aldı, var gücüyle üfledi. Ses dağlarda yankılandı. Yüzlerce yıllık tarih yeniden canlandı, kahramanların adımları taşların üstünde hissedildi.
Tam o anda trenin düdüğü duyuldu. Sarı Kız gözlerini açtı. Gerçekten Kars’a varmışlardı. Ani Harabeleri, Kars Kalesi,Çıldır Gölü, Tarihi Hamamlar,Taş Binalar şehir gerçekten büyülüydü.
Rüyasında gördüklerinin aynısını şimdi yaşıyordu. Kalbi heyecanla doldu:
“Demek ki bu yolculuk sadece bir gezi değil,”
“Bu, Anadolu’nun ruhunu tanıma yolculuğu…”diye düşündü.




