Okulun yıl sonu gezisiydi o gün. Sarıkız, Karakız, Kıvırcık Kız ve Gülbeyaz sabahın erken saatinde heyecanla servise binmişlerdi. Güzergâhları belliydi: Sultanahmet, Ayasofya ve en sonunda Yerebatan Sarnıcı… Öğretmenleri “Sarnıç’ın içinde bin yıllık sırlar saklıdır,” dediğinde, Sarıkız’ın kalbinde bir şey kıpırdadı. Her zaman gizemli yerlere karşı içten içe bir çekim duyardı.
Taş merdivenlerden aşağı indiklerinde serin bir hava yüzlerine çarptı. Nemli duvarlardan damlayan suların sesi yankılanıyordu. Dev sütunlar sessizce uzanıyor, suyun yüzeyinde ışıklar dans ediyordu. Her şey, başka bir dünyanın kapısıymış gibi görünüyordu.
Sarnıcın derinliklerinde rehberin sesi yankılandı:
“Ve şimdi Medusa’nın başına geldik. Rivayete göre bu taş baş, antik çağın lanetli kadınlarından biridir…”
Sarıkız başını kaldırdı. Medusa’nın gözleri taşın içinden bile bir şeyler fısıldıyor gibiydi. O an… bir ışık huzmesi başın çevresinde dönmeye başladı. Işık büyüdü, sarnıcı doldurdu. Kızlar gözlerini kısmıştı ama Sarıkız geri adım atmadı. Işık bir girdaba dönüştü ve hepsi bir anda suyun derinliklerine çekildiler.
Gözlerini açtıklarında, yosunlarla kaplı, yeşil-mavi bir sarayın içindeydiler. Tavandan süzülen ışık, suyun içinden parlayarak altın gibi saçılıyordu. Taş sütunların arasında devasa bir figür belirdi: Yarı insan, yarı yılan bir kadın. Gözleri kederle ama aynı zamanda bir bilgelikle doluydu.
“Hoş geldiniz,” dedi Medusa’nın sesi, suyun altındaki yankı gibi derinden gelerek.
“Beni görmekten korkmamanız güzel.”
Sarıkız öne çıktı.
“Biz seni efsanelerde duyduk. Lanetlendiğini söylediler… ama neden?”
Medusa, uzun bir sessizlikten sonra başını eğdi.
“Ben bir zamanlar güzelliğiyle övünen bir kadındım. Tanrıların kıskançlığı, insanların korkusu bana lanet getirdi. Gözlerim, bana bakana taş kesilme cezası verdi. Ama ben hâlâ insanım… hâlâ kalbimde sevgi taşıyorum. Burada, Yerebatan’ın taş kalbinde yüzyıllardır bekliyorum. Her gözyaşım bu suya karıştı.”
Gülbeyaz titreyerek sordu:
“Peki neden iki baş var? Biri yan, biri ters?”
Medusa gülümsedi, ama gülüşü suda dalga gibi hüzünlüydü.
“Bir zamanlar beni taş yapanlar, gücümden korktular. Başımı sütunların altına koyarak unutturmak istediler. Fakat her şeyin bir dengesi vardır. Ben artık lanet değilim; ışığı ve karanlığı bir arada taşıyorum.”
O anda suların üzerindeki yansımalar şekil değiştirdi. Kızlar kendi yansımalarını gördüler; her birinin yüzü Medusa’nın gözlerinde başka bir ışıkla parlıyordu.
“Unutmayın,” dedi Medusa’nın sesi yankılanarak, “Güzellik gözlerde değil, kalpte saklıdır. Kıskanılan değil, anlayan güçlüdür.”
Bir anda tekrar o ışık belirdi. Sular dönmeye başladı, kızlar birbirlerine sıkıca tutundular. Ve gözlerini açtıklarında, yine sarnıcın taş zemindeydiler. Rehber anlatmaya devam ediyordu, sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Ama Sarıkız elini tuttuğunda, avuç içindeki su damlasının ışıkla parladığını gördü.
“Gördün mü?” diye fısıldadı Karakız.
Sarıkız hafifçe gülümsedi:
“Evet… Medusa artık ağlamıyor.”
Sarnıçtan çıkarken gökyüzü parlaktı. Belki de o gün, İstanbul’un kalbindeki en eski gözyaşı sonunda huzur bulmuştu.




