Bir zamanlar dağların eteklerinde, taş duvarlarıyla dimdik duran eski bir ev vardı. Bu evin üstü tomruklarla örtülü, toprak damlıydı. İçinde küçük pencerelerden azıcık ışık girse de odanın ortasındaki soba her zaman sıcacık yanar, duvarlarda oynayan gölgeler eve masal gibi bir hava katardı.
Evde Sarı Kız yaşardı. Saçları güneş gibi parladığı için herkes ona bu ismi takmıştı. Evde eski halılar, kilimler, karyolalar, çekyatlar ve üzeri muşamba kaplı küçük bir masa vardı. Tahta dolap kırık dökük olsa da Sarı Kız, bu evde kendini çok güvende hissederdi. Çünkü bu ev onun kalbiydi, yuvaydı.
Bir gün, köyün üstündeki dağlardan uğultulu bir ses geldi. Rüzgârın arasına karışan bu ses, sanki bir yardım çağrısıydı. Sarı Kız pencereden bakınca ormanın derinliklerinde ışıkların yanıp söndüğünü gördü. Korkmadı, çünkü evinin sıcaklığı ona cesaret veriyordu.
Sobanın yanındaki küçük çantasına biraz ekmek ve su koydu. “Ben gidip bakmalıyım,” dedi. Annesinin öğrettiği gibi, başını dik tutup kapıdan çıktı.
Ormanda ilerlerken ağaçların arasından bir tilki belirdi. Tilki korkmuştu. “Sarı Kız,” dedi, “dağın ardındaki köprü çökmek üzere. Eğer kimse yardım etmezse hayvanlar karşıya geçemeyecek.”
Sarı Kız hiç düşünmeden kollarını sıvadı. Küçük olmasına rağmen cesareti büyüktü. Tilki ve diğer hayvanlarla birlikte dallar ve taşlar taşıyarak köprüyü onardılar. Sarı Kız, “Evim bana nasıl güven veriyorsa, bu köprü de size güven verecek,” dedi.
Güneş doğarken köprü yeniden sağlam bir şekilde ayakta duruyordu. Hayvanlar sevinçle karşıya geçti. Tilki teşekkür ederken, Sarı Kız’ın kalbi mutlulukla doldu.
Eve döndüğünde soba hâlâ tütüyordu. Küçük pencerelerden içeri sabah ışığı süzülüyordu. Sarı Kız yatağına uzandı ve fısıldadı:
“Cesaret, insanın en küçük evinde bile büyür.”
Sarı Kız’ın Sabahı
Sarı Kız sabah gözlerini açtığında teneke sobanın sıcaklığıyla yüzü ısındı. Sobanın içindeki közler kızıl kızıl yanıyor, aralardan sızan ışık odanın loşluğunu süslüyordu. Yavaşça doğrulup gözleriyle annesini aradı. Sobanın yanında yer sofrası kurulmuştu; üstünde ekmek, peynir ve sıcak çay kokusu vardı. Karnı acıktığını hissetti. Az sonra annesi içeri girdi, yüzünde her zamanki yorgun ama huzurlu tebessüm vardı.
— Hadi kızım, kahvaltı hazır, dedi.
Karınlarını doyurduktan sonra Sarı Kız heyecanla dışarı fırladı. Yaşadıkları ilçe farklıydı; ortasından iki büyük nehir geçiyor, kıvrıla kıvrıla ilerleyen sular köprünün altında birleşiyordu. Köprünün bir tarafında yüzyıllara meydan okuyan yüksek taş surlarıyla kale yükseliyordu. Diğer tarafında ise göğe uzanan kavak ağaçları ve sıralı taş binalar vardı.
Sarı Kız ve arkadaşları genellikle köprünün yakınındaki boş alanda oynardı. En çok ip atlamayı severdi. İki kişi ipi sallarken o seke seke atlardı; kahkahaları nehrin şırıltısına karışırdı. Yorulduklarında ipi bırakıp başka oyunlara geçerlerdi: bazen körebe, bazen de taşlarla sek sek…
Sarı Kız’ın gözleri ara sıra kaleye takılırdı. Hep merak ederdi: “Acaba orada kimler yaşamış? Belki de kalenin taşları benim gibi çocukların sesini duymuştur,” diye düşünürdü.
Güneş yavaş yavaş batıya kayarken oyunları da sona ererdi. Akşamın serinliği çökünce annesinin sesi köprüden yankılanırdı:
— Sarı Kız, hadi eve!
Evin sıcak sobasına döndüğünde, dışarıdaki kalabalığın sesi yerini huzura bırakırdı. Sarı Kız’ın kalbi o küçük evde, büyük bir şehrin ortasında hep güvenle atardı.
2.Sarı Kız ve Gizemli Sandık
Bir öğle vakti, Sarı Kız ve arkadaşları yine köprünün yakınında ip atlayıp oynuyorlardı. Güneş parlıyor, iki nehir köprünün altında birleşerek gürültülü bir şekilde akıyordu. Çocukların kahkahaları, nehrin şırıltısına karışıyordu.
Tam o sırada Sarı Kız’ın gözü suyun üstünde yavaşça sürüklenen bir şeye takıldı. Önce bir kütük sandı ama dikkatlice bakınca bunun eski, koyu renkli bir sandık olduğunu fark etti.
— Bakın, bakın! Su bir sandık getiriyor! — diye bağırdı.
Çocuklar köprünün kenarına koştular. Sandık ağırdı ama nehrin kıyısına takılmış dallara çarpıp yavaşlamıştı. Sarı Kız, hiç düşünmeden ayakkabılarını çıkardı, paçalarını sıvadı ve suya girdi. Arkadaşları heyecanla ona yardım etti. Hep birlikte sürükleyerek sandığı kıyıya çıkardılar.
Sandığın üstü yosun tutmuştu, kilidi paslanmıştı. Çocukların gözleri meraktan parlıyordu. “Acaba içinde hazine mi var, yoksa eski eşya mı?” diye fısıldaştılar.
Sarı Kız, yan tarafındaki gevşek tahtayı itince sandığın kapağı hafifçe aralandı. İçinden bir koku yayıldı; ne altın, ne mücevher vardı… İçerisi eski kitaplar, sararmış defterler ve birkaç paslı metal eşya ile doluydu.
Çocuklardan biri hayal kırıklığıyla,
— Bu muydu yani? Hazine bekliyordum… dedi.
Ama Sarı Kız sandıktaki defterlerden birini aldı, kapağındaki yazıyı okudu:
“Kale Hatıraları – 1895”
O an gözleri parladı.
— Bu sandık, kaleyle ilgili olabilir! Belki de kalede yaşamış insanların anılarını saklıyor, dedi.
Çocuklar birbirine baktı. Merakları daha da arttı. O günden sonra Sarı Kız’ın aklında tek bir şey vardı: Bu sandığı kimin bıraktığını ve defterlerin içinde neler yazdığını öğrenmek.
3.Sarı Kız ve Kale Hatıraları
Sarı Kız, sandığın içinden çıkardığı sararmış defteri sobanın yanında annesine göstermek istedi ama annesi, “Kızım, eski şeylerle çok uğraşma. Tozludur, kokar,” dedi. Yine de Sarı Kız’ın merakı dinmedi. Akşam olunca defteri yanına aldı ve köşeye çekildi.
Defterin ilk sayfasında eski bir yazıyla şu cümle yazılıydı:
“Bu satırları, kalenin gölgesinde yaşayan biri olarak yazıyorum. Gün gelir, bizden sonrakiler bu taşların ardındaki sırları öğrenmek isterse, işte buradadır.”
Sarı Kız’ın kalbi hızla çarptı. Sayfaları çevirdikçe kaleyi anlatan hatıralar çıkıyordu. Kalede yaşayan askerlerin günlük hayatları, savaş zamanındaki hazırlıkları, hatta kalenin altındaki gizli bir geçitten söz eden satırlar vardı.
Ertesi gün arkadaşlarını köprünün yanına çağırdı. Defteri açıp onlara da okudu. Çocukların gözleri hayretle büyüdü.
— Gizli bir geçit mi? — dedi biri.
— Eğer bulursak, kaleyi içeriden keşfedebiliriz! — diye atıldı diğeri.
Sarı Kız biraz duraksadı ama içindeki merak ağır bastı:
— O zaman bu defteri izleyelim. Belki gerçekten kalenin altında unutulmuş bir yol vardır, dedi.
Çocuklar heyecanla kabul etti. Kale, köprünün öteki tarafında, taş binaların ve kavak ağaçlarının ardında yükseliyordu. Dimdik duran surlarıyla yıllara meydan okuyordu. Şimdi onların tek amacı vardı: “Kale Hatıraları” defterindeki gizemi çözmek.
Sarı Kız ve Gizli Geçit Arayışı
Ertesi sabah Sarı Kız ve arkadaşları, ellerinde defterle köprüyü geçtiler. Kale, sabah güneşinde daha da heybetli görünüyordu. Yüzyıllardır orada duran taş duvarları sanki bir sır saklıyor gibiydi.
Defterdeki satırlarda şöyle yazıyordu:
“Kalenin doğu kapısının altında, eski bir çeşmenin yanındaki taş gevşektir. Oradan başlayan geçit, karanlıkta bile yol gösterir.”
Çocuklar kaleye vardığında gerçekten de doğu tarafında yosun tutmuş, suyu damlayan bir çeşme buldular. Sarı Kız, dizlerinin üzerine çöktü, taşları tek tek yoklamaya başladı. Bir tanesi hafifçe oynuyordu. Kalbi hızla atmaya başladı.
— İşte bu! — dedi.
Arkadaşlarıyla birlikte taşı çektiler. Altından küçük, karanlık bir boşluk açıldı. İçeriden soğuk bir hava esti. Hepsi birbirine baktı. Gözlerindeki korku ve heyecan aynıydı.
— İlk kim girecek? — diye fısıldadı biri.
Sarı Kız, cesaretini toplayarak ayağa kalktı.
— Ben gireceğim. Çünkü bu defteri ben buldum, dedi.
Elinde küçük bir cep feneri vardı. Feneri yaktı ve dar geçitten içeri adım attı. Arkadaşları da arkasından girdi. Taş duvarların arasında nemli bir koku vardı, ayaklarının altında küçük taşlar çıtırdıyordu.
Bir süre ilerledikten sonra geçidin duvarlarında kazınmış eski işaretler gördüler. Çocuklardan biri heyecanla,
— Bunlar sanki bir yol gösteriyor! — dedi.
Sarı Kız feneri tutarak işaretleri inceledi. Defterde anlatılanlarla benziyordu. Demek ki doğru yoldaydılar.
Geçit biraz sonra genişledi. Karşılarına eski bir kapı çıktı. Paslanmış demirden yapılmış, üstünde zincirler vardı. Sarı Kız’ın kalbi duracak gibi oldu. Çünkü zincirin bir kısmı kırılmıştı… Sanki yakın zamanda biri buradan geçmiş gibiydi.
Sarı Kız ve Kapının Ardı
Sarı Kız titreyen elleriyle zinciri kenara itti. Kapı gıcırdayarak açıldığında içeriden serin bir hava yüzlerine vurdu. Çocuklar birbirine baktı; korku da vardı gözlerinde, merak da.
Kapının ardı küçük bir odacık gibiydi. Duvarları taş, tavandan ince kökler sarkıyordu. Odanın ortasında tahta bir sandık duruyordu, üstü toz ve örümcek ağıyla kaplanmıştı.
Sarı Kız yaklaşırken kalbi hızla atıyordu.
— Bir sandık daha! — diye fısıldadı.
Arkadaşları yanına geldi. Sandığı açtıklarında içinden eski eşyalar çıktı: paslı bir kılıç, kabzası işlemeli bir hançer, birkaç bakır sikke ve sararmış bir tomar kâğıt.
Sarı Kız tomarları dikkatle açtı. Kâğıtlarda kaleyi koruyan askerlerin isimleri yazılıydı. Bir köşesinde ise şu cümle vardı:
“Kim bu satırları bulursa bilsin ki, bu kale yalnızca taşlardan ibaret değildir. İçinde cesaretin, dostluğun ve emanetin ruhu vardır.”
Çocuklar birbirine baktı. İçlerinden biri hayal kırıklığıyla,
— Yani hazine yok mu? — dedi.
Sarı Kız gülümsedi.
— Hayır, asıl hazine bu… Çünkü biz burada yıllar öncesinden kalan insanların izlerini bulduk. Onların cesaretini, hatırasını öğrendik. Bunu kimse altınla değiştiremez, dedi.
O anda odanın köşesinden gelen bir sesle irkildiler. Sanki taşlar yerinden oynamıştı. Çocuklar panikle birbirine sarıldı. Geçidin tavanından küçük taş parçaları düşüyordu.
— Çabuk çıkmamız lazım! — dedi Sarı Kız.
Hepsi ellerindekileri toparladı, defteri ve birkaç kâğıdı alarak koşa koşa geçitten geri çıktılar. Nefes nefese gün ışığına vardıklarında, kalenin surları üstlerinden bakıyordu.
O gün Sarı Kız şunu öğrendi: Gerçek cesaret, korktuğun halde ileri adım atabilmektir.
Ve kale artık onun için sırlarla dolu bir taş yığını değil, tarihin kalbinde atan bir hatıraydı.
4.Sarı Kız ve Dededen Kalan İz
Sarı Kız ve arkadaşları, kalenin gizli odasından çıkardıkları kâğıtları evine getirdi. Akşam sobanın başında otururken annesi merakla,
— Nedir bunlar kızım? — diye sordu.
Sarı Kız defterle birlikte buldukları tomar kâğıtları annesine gösterdi. Annesi yazıları görünce uzun süre sessiz kaldı. Sonra gözleri doldu, dudakları titreyerek konuştu:
— Bunlar… bunlar senin büyük büyük deden Mehmet Ağa’nın yazıları!
Sarı Kız şaşkınlıkla baktı.
— Benim dedem mi?
Annesi başını salladı.
— Evet. Savaş yıllarında bu kaleyi düşmana karşı savunan yiğit askerlerden biriydi. Çok cesurdu. Kale düşmesin diye günlerce aç, susuz savaşmış. Sonra barış yılları gelince köyün muhtarı olmuş. Adaletiyle, iyiliğiyle herkesin sevgisini kazanmış. Şehrin ileri gelenlerinden sayılırdı.
Sarı Kız’ın kalbi gururla kabardı. Demek ki dedesi, o kalede sadece taşlara değil, tarihe de iz bırakmıştı. O an, buldukları defterin ve belgelerin neden bu kadar değerli olduğunu daha iyi anladı.
— Anne, dedemin hikâyeleri neden bize hiç anlatılmadı? — diye sordu.
Annesi iç çekti.
— Zamanla unutuldu kızım. İnsanlar yeni hayatların telaşına kapıldılar. Ama sen buldun işte. Belki de bu hatıralar seni bulmak içindi.
Sarı Kız kâğıtlara yeniden baktı. Artık onun için kale, gizemli taş duvarlardan ibaret değildi. Orası, dedesinin cesaretini saklayan, şehrin hafızasıydı.
O gece yatağa uzandığında gözlerini kapadı ve içinden şöyle geçirdi:
“Bir gün ben de dedem gibi cesur ve adil olacağım. İnsanlar bana baktığında güven duyacak.”
5. Bölüm: Kavakların Sırrı
Bir sonbahar günüydü. Nehirler yine menderesler çizerek birleşiyor, köprünün altından uğultuyla akıyordu. Sarı Kız ve arkadaşları, kaleden döndükten sonra bu kez kavak ağaçlarının yanına geldiler.
Kavaklar uzadıkça uzanıyor, göğe değecekmiş gibi yükseliyordu. Rüzgâr estiğinde yaprakları birbirine çarparak garip bir ses çıkarıyordu. Bazen bu ses bir uğultuya, bazen de bir iniltiye benziyordu.
Çocuklardan biri ürperdi:
— Bu ses… sanki biri ağlıyormuş gibi…
Sarı Kız defteri açtı. “Kale Hatıraları”nın arasında küçük bir kâğıt parçası daha vardı. Üzerinde şöyle yazıyordu:
“Kavakların gölgesinde bir sır saklıdır. Ne zaman rüzgâr eserse, sevdiğini kaybeden bir kızın çığlığı duyulur.”
O an, Sarı Kız’ın annesinden duyduğu eski bir hikâye aklına geldi. Çok eskiden, savaş yıllarında, ilçede yaşayan genç bir kız vardı. Sevdiceği savaşa gitmişti ama geri dönmemişti. Kız, günlerce köprünün üzerinde beklemiş, umutla nehirden gelecek haberlere bakmıştı. Ama sevdiği dönmeyince, çaresizliğe kapılmış ve köprünün üstünden kendini nehre bırakmıştı.
O günden sonra ne zaman rüzgâr kavakları sallasa, çıkan ses kızın çığlığına benzetilmişti. İlçede yaşayan yaşlılar bu sesi “unutulmuş bir aşkın yankısı” diye anlatırdı.
Sarı Kız kavakların uğultusunu dinlerken gözleri doldu.
— Demek bu ağaçlar sadece gölge vermek için değil, hatıraları saklamak için de var… dedi.
Arkadaşları sessizleşti. O an hepsi anladı ki, yaşadıkları şehirde sadece taşlar, kaleler değil; ağaçlar ve rüzgâr bile geçmişi anlatıyordu.
Sarı Kız kavakların uğultusunu dinledikçe, yüreğinde hem hüzün hem de merak büyüyordu. Sanki o genç kızın acısı hâlâ rüzgârla birlikte ilçenin üzerinden geçiyordu.
Arkadaşlarından biri fısıldadı:
— Peki… o kızın adı neydi?
Sarı Kız defteri açıp satırların arasında aradı. Küçük bir notta şu yazıyordu:
“Elif… sevdiğini beklerken umutları tükenen Elif. Kavakların hışırtısında adını sakladık. Unutulmasın diye.”
Sarı Kız kâğıdı elinde tuttu, gözleri doldu.
— Elif… adı Elifmiş.
O an içinden bir söz verdi:
— Ben unutmayacağım. Bu şehrin hikâyelerini, dedemin cesaretini, Elif’in sevgisini… Hepsini hatırlayacağım.
Rüzgâr bir kez daha esti, kavaklar yeniden uğuldadı. Ama bu kez Sarı Kız için o ses sadece bir çığlık değil, bir uyarıydı:
“Sevgi, umut ve hatıralar unutulmaz.”
Çocuklar kavakların arasından geçip köprüye doğru yürüdüler. Nehir, gün batımının ışığında altın gibi parlıyordu. Sarı Kız köprüye bakarken içinden şöyle geçirdi:
“Bir gün büyüdüğümde bu şehrin bütün hikâyelerini anlatacağım. Çünkü her taşın, her ağacın bir sırrı var.”
O gece Sarı Kız yatağına uzandığında kulaklarında hâlâ kavakların uğultusu vardı. Ama artık korkmuyordu. Çünkü biliyordu ki, geçmişin sesleri sadece acıdan değil, sevgiden ve umutlardan da ibaretti.
6. Bölüm: Köprüdeki Gece
Kış ansızın bastırmıştı. Nehir yavaş yavaş buz tutmaya başlamış, üzerini ince bir tabaka kaplamıştı. Kar lapa lapa yağıyor, köprünün üstündeki sokak lambaları yağışı parıltılı bir perde gibi gösteriyordu. İlçe sessizdi, sadece rüzgârın uğultusu ve karın çıtırtısı duyuluyordu.
Sarı Kız pencerenin kenarında oturmuş, dışarıyı izliyordu. Evlerinin sobası yanıyor, camların kenarına buhar yayılıyordu. Ama içindeki merak onu yerinde tutmuyordu. Çünkü defterde bir not daha vardı:
“Köprüdeki geceyi görmeden şehrin sırrı tamamlanmaz.”
Ertesi gün okul tatil edilmişti, çünkü kar yolları kapamıştı. Akşamüstü olunca Sarı Kız paltosunu giydi, atkısını sardı ve arkadaşlarını çağırdı. Hep birlikte köprüye doğru yürüdüler. Ayaklarının altında kar gıcırdıyor, nefesleri buhar gibi çıkıyordu.
Köprüye vardıklarında manzara büyüleyiciydi. Lamba ışıklarının altında kar taneleri sanki gökten düşen küçük yıldızlara benziyordu. Nehir neredeyse tamamen donmuştu, ama arada buzların altından hafif bir su sesi duyuluyordu.
Tam o sırada, köprünün ortasında, suyun birleştiği yerde garip bir ışık gördüler. Buzların altından süzülüyormuş gibi bir ışık… önce soluk, sonra yavaş yavaş parlayan.
Arkadaşlarından biri korkuyla fısıldadı:
— Bu da ne böyle?
Sarı Kız gözlerini kısmış, dikkatle bakıyordu. Defterdeki sözler aklına geldi: “Köprüdeki geceyi görmeden şehrin sırrı tamamlanmaz.” Belki de işte o an buydu.
Birden rüzgâr şiddetlendi, kavaklardan gelen uğultu köprünün üzerinden yankılandı. Ve karanlık gecede, kar taneleri arasında incecik bir çığlık duyuldu. Sanki çok uzaklardan, ama aynı zamanda hemen yanlarından geliyordu.
Sarı Kız’ın aklına hemen Elif’in hikâyesi geldi. Köprüden atlayan, aşkına kavuşamayan kız… Acaba bu ışık ve bu çığlık onun hatırası mıydı?
Arkadaşları ürküp geri çekildi ama Sarı Kız adımını ileri attı. Köprünün taş korkuluklarına yaslandı, gözlerini buz tutmuş nehre çevirdi. İçinden sessizce fısıldadı:
— Elif… seni duyuyorum. Hikâyeni unutmayacağım.
O an ışık hafifçe titredi, sonra kar tanelerinin arasında kayboldu. Çığlık da sustu. Geriye sadece köprünün lambaları altında yağan sessiz kar kaldı.
Sarı Kız’ın yüreği hızlı hızlı çarpıyordu. Korkmamıştı. Tam tersine, sanki şehrin gizemlerinden birini daha çözmüştü.
Kış ilçeyi tamamen teslim almıştı. Günlerdir yağan kar yolları kapamış, evlerin damlarını kalın bir örtü gibi sarmıştı. Çarşıya giden dar sokaklar geçilmez olmuş, köprüden başka neredeyse hiçbir yol kullanılamaz hale gelmişti. İnsanlar işlerini görmek için ya atlı kızaklara binmek zorunda kalıyor ya da derin kara bata çıka yürüyordu.
Sarı Kız, köprüdeki o ışıklı geceden sonra karın altında şehri farklı görmeye başlamıştı. İlçe sessizdi ama sessizlik huzurdan değil, zorluktan geliyordu.
Bir sabah evlerine telaşlı bir haber geldi. Sarı Kız’ın teyzesi, köyünde ansızın aşırı kanama geçirmişti. Onu ilçedeki hastaneye getirmekten başka çare yoktu. Ama bu kolay olmayacaktı. Çünkü hem yollar karla kapanmıştı hem de ülkede sıkıyönetim vardı. İlçe giriş çıkışları askerlerce tutulmuş, köprünün iki ucunda nöbetler sıkılaştırılmıştı.
Teyzesi köyden atlı bir kızakla getirildi. Karların arasından güçlükle ilerleyen kızak, köprüye vardığında askerler yolu kesti. Sarı Kız annesinin ellerini tuttu, kalbi korkuyla çarpıyordu. Annesi askerlere yalvardı:
— Kız kardeşim kan kaybediyor, bırakın hastaneye gidelim!
Askerlerden biri sert bir sesle,
— Kimse kimlik göstermeden geçemez. Sıkıyönetim emri! — dedi.
Sarı Kız, teyzesi kızakta inlerken gözyaşlarını tutamadı. O an köprünün üstünden lapa lapa kar yağıyor, sokak lambalarının ışığında kar taneleri sanki zamanı yavaşlatıyordu. Bir yanda ölümle yaşam arasındaki ince çizgi, öte yanda sıkı kurallar… Çaresizlik, karın soğuğu gibi iliklerine işliyordu.
Annesi elindeki eski kimlik kâğıtlarını gösterdi. Askerler uzun uzun inceledi, sonra komutanlarına danıştı. Soğukta geçen her saniye Sarı Kız’a saatler gibi geliyordu. Teyzesi kızakta güçsüzce nefes alıyor, karın beyazlığına düşen kan damlaları daha da korkutucu görünüyordu.
Sonunda komutan başıyla işaret etti.
— Geçin. Ama dikkat edin, geri dönüşünüzde tekrar kontrol olacak.
Kızak güçlükle hareket etti. Kar altında donmuş taş köprünün üzerinden geçerken Sarı Kız gözlerini kardan kaplanmış nehirlere çevirdi. Köprünün üstündeki o uğultuyu, Elif’in çığlığını bir kez daha duyduğunu sandı. Ama bu kez o ses ona korku değil, cesaret verdi.
“Dayan teyze… Biz başaracağız. Kar da, kural da, hiçbir şey umudun önünde duramaz,” diye düşündü Sarı Kız.
Kızak güçlükle ilerliyordu. Kar, şehri sessizliğe gömmüş, sokak lambalarının altında düşen her tane zamanı yavaşlatıyordu. Sarı Kız elleriyle atkısını sıkıca tuttu, dualar ederek teyzeye bakıyordu.
Nihayet hastaneye vardılar. Kapıda bekleyen doktorlar ve hemşireler teyzeyi içeri aldı. Sarı Kız’ın annesi titreyerek kızıyla beraber kapının önünde kaldı. Dakikalar, saat gibi geçti.
Bir süre sonra beyaz önlüklü bir doktor çıktı. Yorgundu ama yüzünde umut dolu bir ifade vardı.
— Merak etmeyin, zamanında yetiştiniz. Kan kaybını durdurduk. Şimdi dinlenecek, sonra toparlanacak.
Sarı Kız annesine sarıldı. Gözlerinden süzülen yaşlar bu kez korkudan değil, sevinçten aktı. Sobası tüten odaları, kavakların uğultusu ve kış geceleriyle dolu köylerine sağ salim döneceklerdi.
Birkaç gün hastanede tedavi gören teyze iyileşti. Geri dönüş yolunda yine karla kaplı yolları aşmak gerekti ama bu kez kızak, umudu taşıyordu. Köye vardıklarında herkes kapıya çıktı, sevinçle karşıladılar.
Sarı Kız teyzeye baktı, sonra göğe doğru savrulan kar tanelerine. İçinden fısıldadı:
“Bazen hayatın ağırlığı kardan bile ağır olur. Ama sevgi, cesaret ve umut insanı taşır.”
O kış günü Sarı Kız için unutulmaz bir ders oldu:
Gerçek kahramanlık sadece geçmişteki savaşlarda değil, bugün birbirini yaşama bağlamaktaydı.
7. Bölüm: Kalenin Borazanı
Kış ilçeyi hâlâ sarıyordu. Nehirler buzla kaplanmış, kar damların üstünde ağırlaşmıştı. Ama Sarı Kız’ın yüreği, teyzesi sağlığına kavuştuğu için huzurla doluydu.
Bir gün defterin son sayfalarında yeni bir satır keşfetti:
“Kale yalnızca taşlarla değil, sesiyle de şehri korur. Borazanını bul, yankısını duy.”
Sarı Kız’ın gözleri parladı. Arkadaşlarını çağırdı, hep birlikte kışın sessizliğinde kaleye çıktılar. Kar, basıldıkça gıcırdıyor, sisin içinde taş surlar dev gölgeler gibi yükseliyordu.
Kalenin gizli bir odasında, köhne sandıkların arasında paslanmış bir borazan buldular. Yıllardır kimse çalmamış gibiydi. Toz ve örümcek ağlarıyla kaplıydı.
Arkadaşlarından biri fısıldadı:
— Bu borazan… savaşta haber vermek için mi kullanılıyordu acaba?
Sarı Kız defteri açtı:
“Borazan, düşman yaklaşırken çalınır, askerler hazırlanırdı. Barış geldiğinde ise halkı toplamak için duyurulurdu. En son dedemin döneminde, halkı adalet ve birlik için çağırmak üzere çalındı. O günden sonra sessiz kaldı.”
Sarı Kız borazanı eline aldı. Dudaklarını titreten soğuk havaya aldırmadan derin bir nefes çekti. Sonra var gücüyle üfledi.
İlk başta boğuk, kırık dökük bir ses çıktı. Ama ardından güçlü, derin ve yankılı bir melodi bütün kaleyi doldurdu. Ses karların üzerinden süzüldü, köprüye, kavaklara, taş binalara yayıldı.
İlçedeki insanlar evlerinden çıkıp kulak kesildiler. Çocuklar şaşkınlıkla birbirine baktı, yaşlıların gözleri doldu. Çünkü o sesi hatırlıyorlardı. Borazan, bir zamanlar halkı umutla toplardı.
Sarı Kız tekrar üfledi. Borazanın sesi, sadece kışın sessizliğini yarmadı; geçmişten bugüne bir bağ kurdu. Dedesi Mehmet Ağa’nın cesareti, adaleti ve halkına verdiği güven o sesin içinde yankılanıyor gibiydi.
Sarı Kız’ın kalbi gururla kabardı.
Geçmişin borazanı şimdi onun nefesiyle yeniden konuşuyordu.
8. Bölüm: Sarı Kız’ın Sözleri
Borazanın sesi ilçenin üzerine yayılırken Sarı Kız’ın gözleri doldu. Çünkü o an sadece bir eski eşyayı değil, geçmişin hatıralarını da yeniden canlandırdığını hissetti. Dedesi Mehmet Ağa’nın cesareti, adaleti ve halkına duyduğu güven, borazanın yankısında yeniden doğmuştu.
Köprüden geçenler, evlerinin penceresinden bakanlar, karların içinde yürüyenler borazanın sesini duyunca sanki kalplerinde eski bir güç uyandı. Yaşlılar başlarını kaldırıp göğe baktı, gençler birbirine umutla gülümsedi.
Sarı Kız, karla kaplı kalenin burcunda borazanı ellerinde tutarken içinden bir şeyin kıpırdadığını hissetti. Belki bu sadece çocukça bir heyecan değildi. Belki de geçmişten ona uzanan bir sorumluluktu.
Arkadaşlarına döndü, gözleri kararlıydı:
— Bu şehir bizim. Dedelerimizin cesaretiyle, analarımızın sevgisiyle ayakta duruyor. Ben de onların yolundan gideceğim. İnsanların birbirine güvenmesi, adaletin sürmesi için elimden geleni yapacağım.
Kar sessizce yağmaya devam etti. Borazanın sesi artık kesilmişti ama yankısı kalplerinde sürüyordu. Sarı Kız o an kendi kendine söz verdi:
“Bir gün ben de dedem gibi güvenilen, adil ve cesur bir insan olacağım. Bu şehrin hikâyelerini unutulmaya bırakmayacağım.”
Kış gecesinde sokak lambalarının ışığında savrulan kar taneleri, Sarı Kız’ın sözlerini göğe taşır gibiydi. Nehir buz tutmuştu, kavaklar sessizdi, ama kalenin burcunda küçük bir kızın sesi, geçmişle geleceği birbirine bağlamıştı.




