Sarı Kız yaşadığı ilçenin yüksek platosuna çıktığında gözleri ufka daldı. Ortasından kıvrıla kıvrıla geçen iki nehir, menderesler çizerek şehrin merkezine doğru akıyor, köprünün altında birleşip yoluna devam ediyordu. Nehirlerin sularında gökyüzü parıldıyor, kavak ağaçlarının dalları bu görüntüyü tamamlıyordu.
Ama Sarı Kız’ın yüreğini burkan bir şey vardı: platonun etrafını çevreleyen dağlar…
Bir zamanlar bu dağlar yemyeşildi. Çamların reçine kokusu rüzgâra karışır, kuşların şarkısı vadilerde yankılanırdı. Büyükleri anlatırdı: “Eskiden buralarda geyikler dolaşır, karacalar su içerdi. Ağaçların gölgesi yaz sıcağında bile serinlik getirirdi.”
Şimdi ise tek bir ağaç bile kalmamıştı. Dağlar kupkuru, çıplak ve sessizdi.
Sarı Kız dedesinin defterini açtı. Sararmış sayfalarda şu satırlar yazılıydı:
“Savaş yıllarında düşman bu dağları ateşe verdi. Ormanlar cayır cayır yanarken gökyüzü simsiyah oldu. Kuşlar, hayvanlar, insanlar o gün umutlarını kaybetti.
Sonra barış geldi, ama kış sertti. Fakir halk, kalıntılarda kalan dalları, gövdeleri söküp yakacak yaptı. Çünkü soğuk ekmekten bile önce geliyordu. Böylece dağların nefesi bitti, sessizlik kaldı.”
Sarı Kız sayfaları okudukça sanki rüzgâr da fısıldıyordu. Dağların yamacından esen rüzgâr kuru taşlara çarpıyor, boşluğu daha derinden hissettiriyordu.
O an Sarı Kız’ın gözleri doldu.
— Eğer bu dağlar yeniden yeşermese, bizim nefesimiz de yarım kalacak, diye düşündü.
Arkadaşlarına döndü:
— Bir zamanlar bu dağlarda ormanlar vardı. Şimdi yok oldular. Ama köklerin derinlerinde belki hâlâ umut vardır. Biz yeniden fidan dikeriz, büyütürüz. Dağlar bir gün yine şarkı söyler.
Çocuklar onun gözlerindeki kararlılığı görünce başlarını salladılar. Belki küçük ellerdi onlarınkiler, ama umut büyüktü.
Ve Sarı Kız o gün bir söz verdi:
“Bu dağlar bir gün yeniden nefes alacak. Çünkü geçmişi anlamak geleceği kurtarmaktır.”




