Her gece, yıldızların ışığı penceresinden içeri sızdığında, Sarı Kız’ın kirpikleri yavaşça birbirine dokunur, kalbi huzurla dolardı. Uykuya daldığı an, sanki dünyanın gizli bir kapısı aralanırdı.
Ve o an…
Sarı Kız, görünmez bir sörf tahtasının üstündeymiş gibi, yumuşacık rüzgârın kollarına bırakırdı kendini.Uçardı…
Dağların doruklarına kadar yükselir, sonra vadi boyunca süzülürdü. Rüzgâr saçlarını okşar, ay ışığı onları gümüş teller gibi parlatırdı. Aşağıda, dünyanın tüm güzellikleri bir masal sayfası gibi açılırdı gözlerinin önüne.
Bir gece, altın başaklarla dolu tarlaların üzerinden geçerken, sabahın ilk ışıklarıyla çayır biçen köylüleri görürdü. Tırpanların sesi, rüzgârla birleşir, bir türküye dönüşürdü.
Ertesi gece, yılkı atlarıyla dolu bir düzlükte bulurdu kendini. Atların yelesi ay ışığında parlar, nallarının altında toprak değil, sanki yıldız tozu savrulurdu.
Başka bir gece, bir çobanın kaval sesi çağırırdı onu uzaklardan. Sürü dağın eteklerinde dinlenirken, Sarı Kız havada durur, o melodiyi dinlerdi; sanki kavalın her notası kalbine işliyordu.
Bir sonraki gece, karla örtülü bir ovadan geçerdi. Aşağıda, atlı kızaklarla okula giden çocuklar kahkahalarla karı savururdu. Her kahkaha, gökyüzüne bir kıvılcım gibi yükselirdi.
Kasabayı boydan boya geçen nehrin üzerinden süzülürken, suyun yüzeyinde kazlar, ördekler, turnalar dans ederdi. Leylekler, uzun gagalarıyla sabahı selamlardı. Sarı Kız onlara el sallar, ama kimse onu göremezdi — o, rüzgârla bir olmuştu.
Bazen gün içinde, okul sıralarında otururken ya da pencereden bulutlara bakarken, içinden sessizce sorardı:
“Acaba… gerçekten uçabilir miyim?”
Belki de bu uçuşlar sadece rüyalarda değil, hayal gücünün kapısını aralayan gizli bir yetenekti.
Belki Sarı Kız, insanların unuttuğu bir şeyi hatırlıyordu:
Uçmak için bazen kanat değil, inanç yeterdi.
Ve her gece, uyku perileri penceresine uğradığında, rüzgâr yine fısıldardı kulağına:
“Hazır mısın Sarı Kız? Bugün yeni bir macera seni bekliyor…”




