İnsan…
Evrenin en karmaşık, en meraklı ve en geçici misafiri. Kâinatın sonsuz döngüsü içinde bir an kadar kısa, bir nefes kadar kırılgan bir varlık. Ortalama bir insan ömrü, kozmik takvimde bir zerre bile etmez. Kimi yüz yılı bulur, kimi daha genç yaşta göçer; ama sonuç hep aynıdır — dönüş, geldikleri yere, sessizliğe…
Oysa biz bu kısa zaman dilimini yaşarken, sanki sonsuz bir ömre sahipmişiz gibi davranırız. Hırsla bir şeyler peşinde koşar, unuturuz: zaman elimizden su gibi akarken, asıl olan yaşamak değil, anlamlı yaşamaktır.
Dünya milyarlarca yıldır dönüyor; uygarlıklar doğdu, büyüdü, yıkıldı. İnsanoğlu ateşi buldu, yıldızlara baktı, makineler yaptı, uzaya çıktı. Ancak bütün bu ilerleme, ruhun özlemini dindiremedi. Çünkü insan ne kadar gelişirse gelişsin, içinde hep aynı soruyla yaşar:
“Gerçek mutluluk nedir?”
Kimimiz başarıyla, kimimiz zenginlikle, kimimiz şöhretle bu soruya yanıt ararız. Fakat yaşamın son demlerinde, sessizlik çöktüğünde, çoğu insanın dilinden aynı kelimeler dökülür:
“Keşke…”
Keşkeler, eksik yaşanmış bir hayatın yankısıdır. Çünkü mutluluk uzaklarda değil, hep yanı başımızdadır. Doğanın dinginliğinde, sevdiklerimizin tebessümünde, bir çocuğun gözlerindeki masumiyette… Fakat biz onu çoğu zaman görmek yerine, aramakla meşgul oluruz.
Oysa yaşamın anlamı ne büyük başarıdadır, ne servetin gölgesinde.
Yaşamın anlamı, sevginin içinde saklıdır — koşulsuz, sınırsız ve sonsuz bir sevgi…
Bir insan önce kendini sevmeyi öğrenmedikçe, hiçbir şeyi tam olarak sevemez.
Özsaygı, ruhun köküdür; sevgiyse onun meyvesi.
Doğal bir yaşam, sade bir kalp, huzurlu bir zihin… İşte hakikatin kapısı bu üç anahtarla açılır. Çünkü insanın en büyük başarısı, dünyayı değiştirmek değil, kendini tanıyabilmektir.
Evrenin sonsuz döngüsünde insan, küçük bir nota gibidir.
Ama o nota doğru tınıyı bulduğunda, tüm evrenle uyum içinde bir melodiye dönüşür.




