Bir gün Sarıkız, macera dolu bir günün ardından yorgun düşmüştü. Akşam yemeğini yedikten sonra dişlerini fırçaladı, ertesi günkü ders programına göre çantasını hazırladı ve odasına çekildi. Başını yastığına koyar koymaz, derin bir uykuya daldı.
O anda gökyüzünde parlayan bir ışık gördü. Işık gitgide büyüyor, tüm odayı aydınlatıyordu. Merakla ışığa doğru yürüdü ve birden kendini bambaşka bir yerde buldu.
Uçsuz bucaksız yemyeşil çayırlar uzanıyordu önünde. Berrak dereler şarkı söyler gibi akıyor, kuşlar melodilerle gökyüzünü süslüyordu. Renk renk kelebekler, sanki havada uçuşan notalar gibi dönüp duruyordu. Gökyüzü masmaviydi, beyaz pamuk şekeri gibi bulutlar ağır ağır süzülüyordu.
Sarıkız bu güzelliğin büyüsüne kapılmıştı. Bir ağacın altına oturdu, rüzgârın taşıdığı melodiyi dinlemeye başladı. Tavşanlar çayırlarda koşturuyor, turnalar su kenarında kanatlarını dinlendiriyordu. Her şey huzur içindeydi.
O sırada Sarıkız’ın gözü ağaca takıldı. Ağaç o kadar büyüktü ki, gölgesi neredeyse bütün ovayı kaplıyordu. Merakla başını kaldırdı ve şaşkınlıktan küçük bir çığlık attı. Çünkü ağacın dallarında yüzlerce farklı meyve vardı! Elma, armut, kiraz, muz, hatta hiç görmediği, adını bilmediği meyveler bile…
Sarıkız heyecandan kalbinin hızlı hızlı attığını hissetti.
“Bu muhteşem bir şey!” dedi kendi kendine.
“Arkadaşlarım da görmeli bunu! Onları da buraya getirmeliyim. Hep birlikte bu güzelliği paylaşmalıyız.”
Tam o sırada, derinden gelen bir ses duydu. Sanki biri onu çağırıyordu:
— Sarıkııız… uyan artık…
Bir anda gözlerini açtı. Annesi başucundaydı.
— Hadi kızım, kahvaltı hazır!
Sarıkız yatağında doğruldu, bir süre rüyasını hatırlamaya çalıştı. Kalbi hâlâ o güzel melodinin ritmiyle atıyordu. Gün boyunca o ağacı düşündü. Büyüklerinin anlattığı cennet bahçesi hikâyelerini hatırladı.
Belki de o gördüğü yer, rüya ile gerçek arasındaki o gizli kapıydı.
Ve Sarıkız bir gün, o ağacı yeniden bulmaya karar verdi.




