More

    Sarıkız ve Anadolu’nun Uykudan Uyanan Şehirleri

    Bir sabah Sarıkız, rüzgârın fısıltısıyla uyandı. Elinde eski bir harita vardı: Üzerinde ne yollar belliydi ne sınırlar. Sadece parlayan isimler vardı — her biri bir zaman kapısıydı. Rüzgâr ona şöyle dedi: “Bu haritayı oku, Sarıkız. Her şehirde bir uygarlık seni bekliyor.
    Onların sesi hâlâ taşlarda, nehirlerde, dağlarda gizli.”

    Ve yol başladı…

    Sabahın ilk ışıkları, Boğazkale’nin üzerindeki sisleri ağır ağır kaldırıyordu.Sarıkız, eski Hitit başkentine girdiğinde, toprağın altında bir nabız atıyormuş gibi hissetti. Sanki taşlar nefes alıyor, rüzgâr binlerce yılın sırlarını fısıldıyordu.Birdenbire, ayaklarının altında duran bir taş parladı.Taşın içinden derin bir ses yükseldi:

    “Ben Hattuşa’nın kalbiyim…
    Kralımın adımlarıyla titredim, tanrılarımın nefesiyle ısındım.
    Ama şimdi sessizim, çünkü insanlar kulak vermeyi unuttu.”

    Sarıkız eğildi, parlayan taşın üstünü tozdan arındırdı. Üzerinde garip işaretler vardı — güneş, fırtına, bir çift kanat.Tam o anda gökyüzü karardı, rüzgâr döndü ve gökten bir taş kartal indi. Kanatları rüzgârı savuruyor, gözleri ateş gibi parlıyordu.

    Kartal konuştu:

    “Hititlerin fırtına tanrısı Teşup’un habercisiyim. Bin yıl önce insanlar adaleti unuttuğunda, bu şehir taş kesildi. Ama sen, Sarıkız, kalbinde adaletin ışığını taşıyorsun.Şimdi Hattuşa’nın kayıp mührünü bulmalısın.”

    Sarıkız şaşırdı ama korkmadı. Kartalın kanadına tutundu, ve birlikte şehrin derinliklerine doğru uçtular.Aşağıda, Aslanlı Kapı, Kral Kapısı, Yerkapı tüneli birer labirent gibi uzanıyordu.
    Her taşta bir sembol, her sembolde bir sınav vardı.İlk kapının önünde iki aslan heykeli duruyordu.Gözleriyle Sarıkız’a baktılar ve biri konuştu:

    “Kudreti arıyorsan, önce korkunu bırak.Çünkü güç, korkunun ardında gizlidir.”

    Sarıkız ellerini taş aslanların alnına koydu.O anda tünelin kapısı kendiliğinden açıldı.
    İçeriden yumuşak bir ışık yayıldı; bin yıllık bir tablet parlıyordu: Üzerinde şunlar yazılıydı:

    “Adalet, gökten değil, insanın vicdanından doğar.”

    Sarıkız o mührü eline aldığında, kartal yeniden ortaya çıktı.Kanatlarını açtı ve gökyüzüne doğru havalandı. Hattuşa’nın taşları bir anda sanki canlandı —kapılar döndü, tabletler ışıldadı, rüzgâr şarkı söylemeye başladı.

    Kartalın sesi uzaktan yankılandı:

    “Artık Hattuşa yeniden nefes alıyor. Çünkü biri çıktı ve adaleti kalbiyle anladı.”

    Sarıkız o gün, taşların bile susmadığını öğrendi. Bazı sessizliklerin içinde bin yıllık dualar saklıydı.Ve yoluna devam etti; haritasındaki ikinci ışık — Van Gölü’nün mavisi — artık onu çağırıyordu.

    Haritadaki ikinci ışık, mavi bir kalp gibi atıyordu.Sarıkız o yöne yürüdü; rüzgâr soğudu, gökyüzü kurşuni bulutlarla örtüldü. Dağlar birer dev gibi gökyüzünü tutuyordu.Ve işte o an, Van Gölü ufukta göründü — bir ayna gibi, ama içinde binlerce yılın sesi gizliydi.

    Sarıkız diz çöktü, suya dokundu. Soğuk bir ürperti geçti içinden. O anda gölün yüzeyi titredi ve derinlerden yankılandı bir ses:

    “Ben, Urartu Kralı Menua’yım.Bu dağların damarlarına su taşıdım, taşlara dua ektim. Ama insanlar suyun kutsallığını unuttu.”

    Söz biter bitmez göl kabardı.Dalgalar kıyıya vurdu, rüzgâr sanki bir ağıt söylüyordu.Suların içinden bronz zırhlı bir savaşçı gölgesi yükseldi; elinde üç çatallı bir mızrak vardı.

    “Yabancı,” dedi gölge, “su tanrıçasının yattığı sarnıç artık karanlıkta.Onu bulan, bu ülkenin kalbini de uyandırır.Ama dikkat et — suyu kirleten gölgeler hâlâ burada.”

    Sarıkız başını salladı, mızrağın parıltısı ona yol gösterdi. Yamaçlardan tırmanarak Van Kalesi’ne çıktı.Gök gürlüyor, göl dalgalanıyor, rüzgâr eski dualar mırıldanıyordu.Kalenin duvarlarında, altın harflerle kazınmış Urartu yazıları parladı:

    “Su, tanrının nefesidir. Onu kirleten, yaşamı öldürür.”

    Tam o anda, kale duvarının ardındaki karanlık dehlizden siyah bir duman çıktı.Bir gölge varlık, çamur gibi sürünerek ona yaklaştı.Sesi kalın ve uğursuzdu:

    “Suyu unutan ben değilim, insanın hırsıdır beni doğuran.Suyu altına çevirmek istediler, ben orada doğdum.”

    Sarıkız korkmadı. Ellerini kaldırdı, kalbinden bir ışık çıktı.O ışık su damlası gibi parladı ve gölün üzerine yayıldı.Rüzgâr yön değiştirdi, kara duman suya dokununca buhar olup kayboldu.

    Sonra gökten gümüş renkli yağmur taneleri inmeye başladı. Her damla toprağa değdiğinde bir çiçek açtı; gölün etrafı mavi ve mor renklerle doldu.Kale duvarında bir kapı belirdi — mavi ışıktan bir kapı.Sarıkız içeri girdi.Kapının ardında dev bir sarnıç vardı, sular gökyüzüne doğru akıyordu.Ve o suyun içinden zarif bir siluet yükseldi: Urartu Su Tanrıçası Arubani.
    Teninden ışık damlıyordu, sesi bir şelale gibi sakindi.

    “Bu topraklar suyla dirilir, hırsla değil,” dedi. “Suyu koruyan, hayatı korur. İnsan suyu kutsal saydığı sürece, biz Urartular yaşarız.”

    Tanrıça ellerini açtı; Sarıkız’a saf suyla dolu küçük bir kâse verdi.

    “Bu, ‘Menua Kanalı’nın suyudur,” dedi.“Nereye gidersen git, toprağa bir damla bırak. O toprak bereket bulur.”

    Sarıkız kâseyi aldı, suyun içine baktı — içinde yıldızlar yüzüyordu.Tam o anda kalenin üzerinde bir gökkuşağı belirdi.Van Gölü’nden kuşlar havalandı, dağlar sanki nefes aldı.Tanrıça yavaşça sulara karışırken şu sözler duyuldu:

    “Unutma kızım, suyu koruyan halk asla kuraklıktan korkmaz.”

    Sarıkız gölün kıyısına döndü, kâseden bir damla suyu toprağa bıraktı.Birden çimenler yeşerdi, kelebekler uçtu, rüzgâr gülümsedi.Sonra haritaya baktı; üçüncü ışık — Frigya dağlarının ezgisi — kalbinde yanıp sönüyordu.Ve Sarıkız yoluna devam etti,
    arkasında ışıklarla parlayan bir göl, suyun sesiyle yaşayan bir ülke bırakarak.

    Haritadaki üçüncü ışık, toprak tonunda yanıyordu. Sarıkız yürüdü, dağlar ardı ardına yükseldi.Bir sabah sisler arasından Afyon’un kayalıkları göründü;taşların arasında yankılanan bir ezgi vardı — ne insan sesi, ne de rüzgâr.Sanki dağlar kendi kendine şarkı söylüyordu.

    Sarıkız yaklaştı, o taşlardan biri ona seslendi:

    “Ben, Midas’ın tahtını taşıyan dağım. Burada sessizlik bile bir melodidir.”

    Sarıkız’ın kalbi titredi.Bir anda gökyüzü morla kızıla büründü, rüzgâr dans etmeye başladı.
    Kayaların arasından altın sarısı bir ışık çıktı, ardından da altından bir taç havada belirdi.

    “Ben Midas’ım,” dedi bir ses.“Bir zamanlar dokunduğum her şey altına dönerdi.
    Fakat sonunda anladım: Altın, ruhu susatır; müzik ise kalbi sulandırır.”

    Sarıkız elini uzattı ama taç elinden kaçtı.Taç, dağ yamacından yuvarlanıp karanlık bir mağaraya düştü.Oradan da bir uğultu yükseldi — karanlık, boğuk, açgözlü bir ses:

    “Altın benimdir! İnsanlar onu unuttu, ama ben bekledim, bekledim…”

    Mağaranın ağzından taştan bir yaratık çıktı.Gözleri kırmızıydı, vücudu sanki eritilmiş altından yapılmıştı. Her adımında toprağı yakıyor, ağaçları duman haline getiriyordu.

    Sarıkız geri çekilmedi.Yüreğinden yükselen bir ezgi mırıldandı. Bu, çocukluğundan bildiği bir ninniydi — suyun, rüzgârın, annenin sesiyle yoğrulmuş bir ezgi. Ezgi büyüdü, yankılandı, dağlar ona eşlik etti.

    O anda Frig kavalcıları belirdi — ellerinde sazlar, taşlardan doğan gölgeler gibi.Birlikte çalmaya başladılar. Ezgi yükseldikçe altın yaratığın bedeni çatladı, içinden ışık fışkırdı.
    Sonra bir ses yankılandı:

    “Kalbin müziği, altından güçlüdür.”

    Yaratık dağılıp toz oldu; geriye yalnızca Midas’ın taçı kaldı. Fakat bu kez taç altın değil, ışıktan yapılmıştı. Midas’ın ruhu belirdi, Sarıkız’a gülümsedi.

    “Beni kurtardın.İnsanlar altına değil, ezgiye kulak verirse dünya yeniden dengelenir.”

    Rüzgâr hafifledi, gökyüzü berraklaştı. Dağların üstünde mavi ve altın karışımı bir kuş uçtu —
    kanatlarında Frig yazıları parlıyordu.Sarıkız taçtan bir ışık parçası aldı, haritasına dokundurdu.Haritadaki yeni bir nokta yanmaya başladı — Ege’nin rüzgârlı kıyıları, İzmir yakınlarında bir parıltı: İyonların Bilgelik Şehri.

    Sarıkız derin bir nefes aldı. Arkasında müzikle dolu dağlar, taşlara kazınmış melodiler bıraktı.
    Ve Frigya’nın sesi hâlâ rüzgârda yankılanıyordu: 

    “Altın geçer, ezgi kalır.”

    Haritadaki dördüncü ışık, deniz dalgası gibi kıpırdanıyordu. Sarıkız yürüdü, rüzgâr deniz tuzuyla saçlarını savurdu. Kıyıya vardığında Ege’nin kokusu onu karşıladı:Zeytin ağaçları, yosun, sıcak taş ve tarih.Bir zamanlar filozofların, gökyüzünü ölçen bilginlerin, ve tanrıçaların şehri olan İyonya topraklarındaydı artık.Denizden bir ses yükseldi:

    “Ben Miletli Thales’im.Her şeyin özü sudur, ama suyu anlamak için düşünmek gerekir.”

    Sarıkız başını kaldırdı; denizin yüzeyinde ışık halkaları belirdi.Her halka bir sembole dönüşüyor, sonra gökyüzüne yükseliyordu:dalga, rüzgâr, yıldız, ve nihayet bir göz — bilgelik gözü.Tam o sırada, uzaklardan bir çan sesi duyuldu.Sanki bir tapınaktan geliyordu.Sarıkız o sesi takip etti, zeytinliklerin arasından yürüyerek Efes’in harabelerine ulaştı.Ay ışığı tapınağın taşlarına vuruyor, gölgeler arasında dev sütunlar parlıyordu.

    Ve birden tapınağın kalbinden bir siluet doğdu —ay ışığından dokunmuş bir kadın: Tanrıça Artemis.

    “Ben, Efes’in koruyucusuyum,” dedi. “Bir zamanlar insanlar bana dua ederdi, çünkü doğayı kutsal sayarlardı. Şimdi ise tapınaklar yıkık, ama ağaçlar hâlâ dua eder.”

    Sarıkız saygıyla eğildi.
    Fakat tam o sırada, yer altından bir gürültü duyuldu. Tapınağın taşları sarsıldı, gökyüzü

    karardı. Bir karanlık figür belirdi: Yüzü yoktu, ama elinde aynadan yapılmış bir kalkan vardı.

    “Bilgeliği ben korurum!” diye haykırdı figür.
    “Ama artık insanlar gerçeği görmek istemiyor.”

    Kalkanı havaya kaldırdı; ışığı Sarıkız’a çevirdi.Bir anlığına her şey sustu —Sarıkız kendi yansımasını gördü: korkuları, hırsları, geçmişi. Kendine dürüst olamazsa bu aynadan kurtulamayacağını anladı.

    Gözlerini kapadı, kalbinden geçen sözü fısıldadı:

    “Gerçek, aynada değil, insanın içindedir.”

    Bir anda kalkan parçalandı.Binlerce cam kıymığı göğe savruldu, her biri yıldız olup Ege’nin üstüne döküldü. Artemis gülümsedi.

    “Sen yüreğinle baktın, gözlerinle değil.Gerçek bilgelik budur.”

    Tanrıça, Sarıkız’ın avuçlarına küçük bir inci kabuğu koydu.

    “Bu, Ege’nin kalbidir,” dedi.
    “Ne zaman insanlık denizi kirletirse, bu inci kararır.
    Onu koru, çünkü bilgi ancak temiz sularda parlar.”

    Deniz bir anda sakinleşti, gökyüzü yeniden maviye döndü. Kıyıda filozofların gölgeleri yürüyordu: Thales, Anaksimandros, Herakleitos…Her biri birer ışık olup denize karıştı.

    Sarıkız haritayı çıkardı. Yeni bir ışık yanıp söndü —Troya’nın altın toprakları, mitlerin ebedi sahnesi.Ve böylece Sarıkız, rüzgârın felsefe taşıdığı,denizin düşünceyle dalgalandığı bu şehirden ayrıldı.Arkasında Artemis’in fısıltısı kaldı:

    “Bilgi, kalpten başlar;
    insan doğayı anladığında, tanrılar yeniden gülümser.”

    Haritadaki beşinci ışık, ateş gibi yanıyordu.Sarıkız, rüzgârla kıyıya vardığında Dardanel’in tuzlu kokusu yüzüne vurdu. Deniz ağırdı, sanki içinde hâlâ savaşın yankıları dolaşıyordu.

    Güneş batarken, ufukta Troya Kalesi’nin taşları parladı.Rüzgâr taşların arasından geçiyor, bir zamanların çığlıklarını taşıyordu: kahramanların adları, savaşların dumanı, tanrıların sessizliği.

    Sarıkız adımlarını ağır ağır attı. Birden bir yankı duyuldu:

    “Ben Priamos’un oğluyum.
    Bu toprakta onurla savaştım, ama savaşın sonunda herkes kaybeder.”

    Bir gölge belirdi — elinde kılıcıyla Hektor’du bu.Gözleri gökyüzü kadar yorgundu.
    Sarıkız’a baktı, ardından ufka:

    “Truva’nın taşları yıkıldı, ama hikâyemiz hâlâ anlatılıyor.Çünkü biz adalet için değil, inanç için savaştık.”

    Tam o anda yer titredi.Topraktan bir tahta dev yükseldi — Truva Atı. Gövdesi rüzgârla inliyordu, gözlerinden mavi alevler akıyordu.

    Sarıkız ürperdi.
    Atın içinden yankılar geldi; kahkahalar, hileli sözler, korkular. Rüzgârın içinden bir ses fısıldadı:

    “Ben Odysseus’um.
    Zekâ savaşı kazandırır, ama vicdanı susturur. İnsan zekâyı kalpten ayırırsa, yıkım başlar.”

    O anda gökyüzü karardı, yıldırımlar denize düştü.Atın içinden siyah dumanlar sızdı, duman şekil aldı — insan yüzleri, birbirine benzeyen binlerce yüz. Her biri aynı şeyi söylüyordu:

    “Biz hırsın askerleriyiz.”

    Sarıkız ellerini gökyüzüne kaldırdı.Kalbinden yükselen bir ışık, denizin üstünde bir daire çizdi.O dairenin içinde Troya’nın kadim ruhları belirdi —kadınlar, çocuklar, biliciler…
    Herkes sessizce ona baktı.

    “Bu toprak, kanla değil, umutla yeniden dirilmeli,”dedi Sarıkız.

    Hektor gülümsedi. Kılıcını toprağa sapladı; yerden çiçekler fışkırdı, kırmızı ve altın renkli.

    Truva Atı bir kez daha inledi,ardından içindeki alev sönmeye başladı. Duman göğe karıştı, yıldızlara dönüştü.

    Deniz duruldu.
    Ufukta sabahın ilk ışığı belirdi. Ve o ışık, Sarıkız’ın haritasında bir başka noktayı yaktı:
    Bergama’nın taşlı tepeleri, Pergamon’un bilgeliği.

    Sarıkız diz çöktü, toprağı elleriyle kavradı. Rüzgâr ona son bir fısıltı getirdi:

    “Unutma, kızım,” dedi Hektor’un sesi,“Zafer, kılıçla değil, hatırlamakla kazanılır.”

    Sarıkız gözlerini kapadı.Bir anlığına deniz, altın bir ayna gibi parladı — içinde geçmişin bütün yüzleri gülümsüyordu.Sonra rüzgâr yön değiştirdi ve Sarıkız yeni yoluna doğru yürüdü.

    Haritadaki altıncı ışık, tepe üstünde bir yıldız gibi parlıyordu.
    Sarıkız Bergama’nın taşlı sokaklarına adım attığında, rüzgâr eski kitapların kokusunu taşıyordu.Sokaklar sessizdi ama her taş, her merdiven adımıyla konuşuyordu:

    “Bilgi buradadır, ama yalnızca arayanlar bulur.”

    Sarıkız zirveye tırmandı; karşısında Pergamon Kütüphanesi yükseliyordu.Taş sütunlar, altın yazıtlarla süslenmişti;her sütun bir bilgeyi, her yazıt bir sırrı anlatıyordu.Tam o sırada bir gölge yavaşça yanına geldi.

    “Ben Galenos’um,” dedi ses,
    “Beden ve ruhun sırlarını çözmek için yaşadım.
    Ama bilgeliğin en büyük düşmanı, insanın unutmasıdır.”

    Gözleri, Sarıkız’ın kalbine bakıyordu. Bir anlığına, kütüphanenin rafları kendi kendine hareket etti;kitaplar uçtu, parıldayan sayfalar bir rüzgâr gibi sarı yapraklarla dans etti.Sarıkız bir elini uzattı ve en parlak kitabı aldı. Sayfalar kendi kendine açıldı, eski yazılar ışık saçtı:

             “Gerçek bilgelik, bilgiyi paylaşmakla çoğalır.”

    Tam o anda kütüphanenin ortasında bir merdiven belirdi. Merdiven göğe uzanıyordu, sanki yıldızlara dokunuyordu. Sarıkız tırmandı; yukarıda Athena’nın ruhu bekliyordu.

    “Bilgi güce dönüşebilir, ama kalpte sevgi yoksa zehre döner,” dedi Athena.
    “Senin görevin, geçmişin bilgeliğini günümüze taşımak.”

    Sarıkız başını salladı; kalbinde bir ateş yandı.O anda kütüphanenin taşları titredi, raflardan binlerce ışık zerresi düştü; her biri gökyüzüne yükseldi ve haritadaki yeni bir ışığı yaktı:
    Antalya – Likya’nın Işık Kentleri.Sarıkız aşağıya indiğinde, bir grup hekim ve bilim insanının gölgesi ona el salladı.Rüzgâr hafifledi, taşlar nefes aldı.Ve bir ses fısıldadı:

    “Bilgeliği taşıyan, hem geçmişi hem de geleceği görür.”

    Sarıkız haritasına baktı; her ışık bir ders, her şehir bir sır,ve yolculuğu hâlâ devam ediyordu.

    “Biz Likyalılarız. Ölmedik, sadece ışığın yerini değiştirdik.”

    Ve o anda, taş mezarlardan birer birer ışık sütunları yükselmeye başladı.Küçük ruhlar, yıldızlar gibi havada süzülüyor, geçmişin kahramanları bir dans başlatıyordu.Sarıkız hayranlıkla izledi, ama bir karanlık gölge uzaklardan yaklaştı.

    “Ölümü unutmayacaksın,” dedi bir ses.
    “Çünkü ölüm, yaşamın gerçek öğretmenidir.”

    Gölge, taşların arasından kayboldu ve ardından gümüş bir tilki belirdi; gözleri gece kadar karanlık ama ışıl ışıl parlıyordu.

    “Ben Likya’nın koruyucusuyum,” dedi tilki.
    “Sana ölümü göstereceğim, ama korkmana gerek yok.
    Ölüm ışıkla birleştiğinde yaşam anlam kazanır.”

    Tilki Sarıkız’ı mezarlardan bir patikaya yönlendirdi. Yol boyunca taşlar fısıldadı, rüzgâr şarkı söyledi. Her mezarın önünden geçtikçe bir çiçek açtı; çiçekler gökyüzüne yükseldi ve yıldızlarla birleşti.

    Sarıkız bir an durdu; gecenin karanlığında gökyüzü, Likya’nın tüm ruhlarıyla dolmuştu.
    Tilki yanına geldi, kafasını eğdi:

    “Artık biliyorsun: ışık ve karanlık bir bütün, yaşam ve ölüm kardeştir.
    Bunu unutma.”

    Sarıkız derin bir nefes aldı. Haritadaki ışıklardan biri söndü, ama arkasında Likya’nın ışık şehirleri parlamaya devam etti.Gözlerini kapatıp açtığında yeni bir ışık belirdi:
    Muğla – Karyalıların Deniz Krallığı, rüzgâr ve özgürlükle dolu bir macera onu bekliyordu.

    Haritadaki sekizinci ışık, denizden yükselen bir dalga gibi kıpırdanıyordu.Sarıkız, Bodrum’un kıyısına vardığında, suyun tuzlu kokusu ve yosunların nemi burnuna doldu. Ufukta, kayalık adalar ve limanlar sıralanmış,her biri eski zamanların savaşçılarını ve denizcilerini hatırlatıyordu.Tam o anda su birden kabardı. Dalgalar arasında zırhlı kadın savaşçılar belirdi;
    kıyafetleri deniz kabuklarından yapılmış, gözleri rüzgâr kadar keskinti.

    “Biz Karyalıların kızlarıyız,” dedi biri,
    “Özgürlük rüzgârla gelir, hırsla değil.
    Deniz bizim sınırımız, kalbimiz ise özgür.”

    Sarıkız onlara hayranlıkla baktı. Kadın savaşçılar onu denize doğru yönlendirdi; suların altından bir gemi ortaya çıktı — Karyalıların efsanevi deniz gemisi.Geminin içinden bir gölge yükseldi:

    “Ben Kar’nayım,” dedi gölge,
    “Binlerce yıldır denizleri korudum.
    Ama insanın açgözlülüğü, özgürlüğü tehdit ediyor.”

    Sarıkız elini suya batırdı; su dalgalandı, ışık zerrecikleri yükseldi.Birden, denizin dibinden altın renkli bir kalkan fışkırdı. Kalkan, rüzgârla dönerek Sarıkız’ın önünde durdu; üzerinde bir yazıt vardı:

    “Gerçek özgürlük, deniz gibi derin ve dalgalıdır;
    Onu anlamayan, karaya vurur.”

    Kadın savaşçılar bir şarkı söylemeye başladı;şarkı dalgalarla birleşti, ufukta altın ve mavi ışıklar dans etti. Geminin yelkenleri rüzgârla kabardı, sanki Sarıkız’a yol gösteriyordu.Bir tilki beliriverdi; gözleri gecenin karanlığı kadar parlaktı.

    “Beni hatırla,” dedi.
    “Karyalıların ruhu, özgürlüğün ateşi, denizin kalbidir.
    Onu taşıyan, hiçbir zaman esaret altında olmaz.”

    Sarıkız, denize bakıp derin bir nefes aldı.Haritasına dokundu; yeni bir ışık yandı:
    Konya – Çatalhöyük, Ana Tanrıça’nın Sessiz Ülkesi,medeniyetin ilk kalbinin attığı yer.Ve böylece Sarıkız, rüzgârın, denizin ve özgürlüğün ülkesi Muğla’dan ayrıldı, arkasında ışık ve cesaret dolu bir miras bırakarak.

    Haritadaki dokuzuncu ışık, toprak rengiyle parlıyordu. Sarıkız yürüdü, ova altın sarısı, dağlar göğe uzanıyordu.Hiç saray, hiç büyük duvar yoktu;sadece toprak evler, ateşin etrafında toplanmış insanlar ve küçük heykeller…

    Birden toprak titredi; Sarıkız diz çöktü. Ve toprağın içinden Ana Tanrıça Kibele belirdi.Teni toprağın renginde, gözleri yıldızlı geceler kadar derindi.

    “Ben Kibele’yim,” dedi.
    “Bütün uygarlıkların anası.
    Kadın elleriyle yoğrulan bu toprak, medeniyetin beşiğidir.”

    Sarıkız toprağa dokundu; parmaklarından sıcak bir enerji yayıldı.Toprak titredi, çiçekler açtı, rüzgâr bir şarkı fısıldadı:

    “İnsan toprağa saygı duydukça, hiçbir uygarlık kaybolmaz.”

    O anda, Sarıkız toprak altında eski bir mağara fark etti.Mağaranın içinde binlerce yıllık sırlar gizliydi: ilk tahıl taneleri, boyalı çanak çömlekler, hayvan figürleri… Hepsi bir zamanların insanların kalbinden çıkmıştı.Kibele elini Sarıkız’ın omzuna koydu:

    “Her uygarlık taşlarla değil, kalple yazılır.
    İnsan hatırladığı sürece, geçmiş yeniden doğar.”

    Sarıkız gözlerini kapattı.Bir anlık bir vizyon gördü: Hattuşa’dan Van’a, Frigya’dan Bergama’ya, Likya’dan Muğla’ya kadar her şehir, birer ışık, birer nefes olarak birleşiyordu.
    Ve işte şimdi, Anadolu’nun kalbi, toprağın altında atıyordu.Kibele, yavaşça toprağa karışırken fısıldadı:

    “Sen bu yolculukla öğrendin;
    Taşlar, su, müzik, deniz, ışık… Hepsi birer ders, hepsi birer yaşam.
    Anadolu’nun ruhu, onu hatırlayanların kalbinde yaşar.”

    Sarıkız başını kaldırdı, rüzgâr saçlarını okşadı.Haritasındaki ışıklar artık kalbine taşınmıştı.
    Ve o an anladı: Bu topraklarda hiçbir uygarlık ölmez; çünkü insan hatırladığı sürece taşlar, su ve rüzgâr konuşur.

    Sarıkız yürümeye devam etti. Arkasında yıldızlar kadar eski, güneş kadar sıcak bir Anadolu bıraktı.Ve rüzgâr, her adımında tarih fısıldadı:

    “Bütün uygarlıkların sırrı, hatırlayanların yüreğinde saklıdır.”

    Latest articles

    spot_imgspot_img

    Related articles

    Leave a reply

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    spot_imgspot_img