More

    Ruhun Eşiğinde: Ölüm, Doğum ve Bilinmeyenin Sınırı

    İnsanoğlu doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Bu döngü, doğanın en kesin yasalarından biridir. Çiçek solar, yıldız söner, nehir kurur, insan da bir gün nefesini teslim eder. Fakat bütün canlılar içinde yalnızca insan, bu döngünün anlamını sorgular. Çünkü insanoğlu sadece yaşamakla kalmaz; yaşadığını, öleceğini ve neden var olduğunu düşünür. İşte bu farkındalık, onu diğer tüm varlıklardan ayırır ve aynı zamanda sonsuz bir bilinmezliğin kapısına getirir.

    Bu soru, insanlığın binlerce yıldır peşinden koştuğu sırdır. Doğum, bir başlangıç gibi görünür; ama belki de başka bir dünyanın sonudur. Ölüm, bir bitiş gibi görünür; ama belki de başka bir dünyanın kapısıdır. Mevlana “Ölüm, düğün gecemdir” derken bunu anlatır. Yani ölüm, bir yok oluş değil; bir birleşme, bir dönüşümdür. Bir bedenden kurtuluş, bir aslına dönüş hâlidir.

    Beden, toprağın bir parçasıdır. Topraktan gelir, toprağa döner. Ancak ruh —eğer varsa— maddeye sığmaz. Ruh, bedende bir misafir gibidir; bir süre kalır, öğrenir, olgunlaşır ve sonra gider. Ölüm, bu ayrılığın adıdır. Bedenden ayrılan ruh nereye gider? Bu soru, inançların merkezindedir:
    İslam’a göre ruh, ölümle birlikte bedenden ayrılır ve Berzah denilen ara bir âleme geçer. Bu âlem, Araf gibidir; ne tam bir yaşam ne de yokluktur. Cennet ve cehennem ise nihai duraklardır —ruhun dünyadaki amellerine göre şekillenen sonsuz mekânlar.

    İnsanın zihni maddeyi çözer, ama madde ötesine geldiğinde susar. Ölümü bilimle açıklamak mümkündür; kalbin durması, beynin işlevsiz hale gelmesi, hücrelerin ölümü… Ancak “ölümden sonra ne olur?” sorusu, bilimin değil, bilincin, sezginin, imanın sorusudur.
    Zihin, kendi sınırları içinde kalır. Fakat ruhun alanı, aklın haritasına sığmaz. Bu yüzden filozoflar “bilinç, ölümle biter mi?” diye tartışırken, mistikler “ölümden sonra da benliğin farkındalığı sürer” der. Gerçek belki de ikisinin ötesindedir —çünkü bilmek için ölmek gerekir, ve hiç kimse dönüp anlatmaz.

    İnsan, cevabını bilmediği bu sorularla yaşamaya mahkûmdur. Ama belki de bu mahkûmiyet, bir armağandır. Çünkü ölümü bilmeyen bir varlık, yaşamın kıymetini de bilemez. Ölüm korkusu, yaşam sevgisini doğurur. Bilinmeyen, insanın içindeki arayışı canlı tutar.
    Belki de asıl bilgelik, ölümün sırrını çözmekte değil; onunla barışmakta, onun varlığıyla yaşamı anlamlandırmaktadır.

    Latest articles

    spot_imgspot_img

    Related articles

    Leave a reply

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    spot_imgspot_img