Bir zamanlar…
Henüz takvimlerin olmadığı, rüzgârın yılları saydığı çağlarda,
Kafkas Dağları’nın eteklerinde, yıldızların indiği bir vadi vardı.
O vadinin kalbinde, Kura Nehri gümüş bir yılan gibi kıvrılarak akardı.
Ve işte orada, dağların gölgesinde, ilk kıvılcım doğdu: Ardahan.
Dağların Kızı Ardani
Derler ki Ardahan adını, Ardani adında bir dağ perisinden almış.
Ardani, sabahları sisle dans eder, akşamları yıldızlara dokunurmuş.
Bir gün, vadiden geçen insanlar onun ışığını görmüşler ve demişler:
“Bu toprak kutsal, çünkü gökyüzü burada yere iner.”
Böylece Ardani’nin adıyla bir köy kurulmuş.
O köy büyümüş, gelişmiş, bir gün şehir olmuş.
Ve zamanla Ardahan, dağların kalbindeki bilgelik diyarına dönüşmüş.
Kralların Gölgesinde (Urartulardan Krallıklara)
Yüzyıllar geçti. Ardahan’ın taşları, Urartu krallarının adımlarını duydu.
Kral Menua’nın askerleri bu topraklarda kaleler kurdu, sular getirdi.
Ardahan o günlerde bir sınır bekçisiydi:
Batıya bakan göz, doğuya açılan kapı.
Sonra Persler, Medler, İskender’in orduları, Romalılar,
her biri Ardahan’dan geçti; ama hiçbiri onu unutturamadı.
Çünkü her gelen, Kura Nehri’ne bakınca aynı şeyi hissederdi:
“Bu nehir zamanı taşıyor.”
Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın Kalesi
Zaman döndü, 11. yüzyılda Selçuklu sancakları Ardahan’a ulaştı.
Atlılar sisler içinde ilerlerken, Ardahan Kalesi’nin taşları
ateş gibi parlıyordu.
O kale, hem bir gözcüydü hem bir dua:
“Bu toprakta barış yaşasın.”
Sonra Osmanlılar geldi.
Kanuni devrinde Ardahan bir sancak oldu;
ticaret kervanları, dervişler, aşıklar bu şehirden geçti.
Kura’nın kenarında saz çalan ozanlar,
kış gecelerinde türküleriyle dağları ısıttılar.
Karanlık Günler – Işıkla Dolu Direniş
Ama kader bir daha döndü…
1878’de Ruslar geldi, Ardahan’ın üstüne uzun bir kış çöktü.
Kale sustu, türküler hüzne büründü.
Yine de halk, ne ismini unuttu ne umudunu.
Bir kadim söylenti vardır o dönemden:
Bir gece Ardahan Kalesi’nin burçlarında bir ışık yanmış.
Ne Rus askeri görmüş, ne gözcü.
Sabah kaleye gidenler, taşlarda bir yazı bulmuşlar:
“Bu şehir düşmez; çünkü rüzgâr bile onun dostudur.”
Ve gerçekten, Ardahan bir gün yeniden özgürlüğüne kavuşmuş.
1921’de Türk bayrağı kaleye çekildiğinde,
dağlar yankılanmış, Kura coşmuş:
“Yine döndün bana, ey yurdun kalbi!”
Cumhuriyet’in Işığında
Cumhuriyet’le birlikte Ardahan yeniden can buldu.
Okullar açıldı, gençler yetişti,
köylerde elektrik yandığında yaşlılar yıldızlara bakıp şöyle demiş:
“Gökyüzü artık yere indi.”
Köprüler yapıldı, yollar açıldı,
ama Ardahan hiç dağlardan kopmadı.
Her sabah sisler gölün üstünde dans ettiğinde,
halk bilir ki Ardani hâlâ orada, şehri koruyor.
Zamanın Ötesinde Ardahan
Ve şimdi…
Beş bin yıl geçti belki.
Artık tabletler değil, ekranlar var;
ama Kura hâlâ aynı şarkıyı söylüyor.
Bir çocuk kaleye bakıp soruyor:
“Anne, bu taşlar neden bu kadar eski?”
Annesi gülümsüyor:
“Çünkü evladım, onlar zamanı saklıyor.”
Ve belki bir rüzgâr, uzaklardan fısıldıyor:
“Ben Ardani’yim, ben Ardahan’ım…
Dağların kalbinde doğdum,
insanın yüreğinde yaşıyorum.”
İşte Ardahan’ın masalı böyle:
Taştan doğup, suyla büyüyen, gökyüzüne bakan bir şehrin hikâyesi.




