Bir yaz öğleden sonrasıydı.
Okulun kütüphanesinde hava ağırdı; dışarıdan cırcır böceklerinin sesi geliyordu.
Sarıkız, Efe ve Merve, haritanın bir köşesinde beliren yeni sembole baktılar.
Bu kez güneşin etrafında bir palmiye, altında mavi dalgalar vardı.
Haritanın üzerinde altın harflerle yazıyordu:
“Antalya – Güneşin Öptüğü Şehir.”
Bir anda harita parladı, rüzgâr esti, sayfalar uçuştu…
Ve üç arkadaş kendilerini Akdeniz’in sıcak rüzgârında buldu.
Kaleiçi’nin Dar Sokakları
Taş duvarlar arasında begonviller sarkıyordu.
Dar sokaklardan deniz kokusu yükseliyordu.
Efe çevresine hayranlıkla baktı:
— Sanki zaman burada durmuş gibi…
Bir kapı aralığından yaşlı bir dede çıktı:
— Hoş geldiniz evlatlarım. Burası Kaleiçi’dir.
Roma’dan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan yadigâr taşlar vardır burada.
Her taş, bir medeniyetin nefesidir.
Merve pencerelerdeki eski ahşap oymalara baktı:
— Her biri el emeği…
Sarıkız gülümsedi:
— Belki de güzellik, geçmişin izlerinde saklıdır.
Olimpos’un Ebedi Ateşi
Harita yeniden ışıldadı, onları dağların arasına taşıdı.
Gecenin ortasında gökyüzü yıldızlarla doluydu.
Bir tepenin zirvesinde, taşların arasından alevler yükseliyordu.
Efe hayretle sordu:
— Bu ateş neden hiç sönmüyor?
Yanlarında beliren genç bir rehber gülümsedi:
— Burası Olimpos’un Yanan Taşları, yani Yanartaş.
Mitlere göre bu ateş, efsanevi yaratık Khimaera’nın nefesidir.
Binlerce yıldır yanar, denizciler onu yıldız sanır.
Sarıkız ateşe baktı, alevler rüzgârla dans ediyordu.
— Bu ateş, hem korkunun hem umudun sembolü, dedi.
Merve fısıldadı:
— Tıpkı insan kalbi gibi; sönmedikçe yaşam sürer.
Likya Yolu’nda
Sabah olunca harita onları antik taş yolların üzerine götürdü.
Deniz bir yanda, çam ormanları diğer yanda uzanıyordu.
Bu, Likya Yolu idi — binlerce yıllık uygarlıkların sessiz tanığı.
Yolda yaşlı bir köylüyle karşılaştılar.
— Hoş geldiniz çocuklar, dedi.
— Bu topraklarda yürüyen herkes, geçmişle konuşur.
Burada her adım bir dua, her nefes bir hatıradır.
Sarıkız başını eğdi:
— Yürürken sanki taşların altında eski ayak izlerini hissediyorum.
Adam gülümsedi:
— Çünkü geçmiş asla kaybolmaz, sadece sessizleşir.
Aspendos’un Yankısı
Harita bir kez daha parladı.
Bir anda devasa taş kemerlerin, sütunların arasında buldular kendilerini.
Burası Aspendos Tiyatrosu idi.
Yüzyıllardır ayakta duran bir ses mabedi.
Efe ellerini havaya kaldırdı, “Merhaba!” diye bağırdı.
Ve sesi yankılanarak geri döndü —
sanki geçmişten bir selam gibi.
Merve gülümsedi:
— Bu tiyatroda ses bile zamana meydan okuyor.
Sarıkız düşündü:
— Belki de insan sesi, ruhun en eski yankısıdır.
Birden bir gölge belirdi:
Tiyatroda beyaz bir toga giymiş bir aktör, elinde maske tuttu.
— Zamanın sahnesine hoş geldiniz, dedi.
— Burada yalnızca oyun değil, insanın kendisi anlatılır.
— Her sahne, bir kalbin hikâyesidir.
Dalgaların Sırrı- Antalya Limanı
Akşamüstü olunca üçü yeniden deniz kenarına geldi.
Limanın suları altın gibi parlıyordu.
Balıkçılar ağlarını topluyor, martılar kahkahalar atıyordu.
Bir kadın balıkçı onlara seslendi:
— Denizi sevin evlatlar.
Deniz insan gibidir: bazen coşar, bazen susar, ama hep derindir.
Sarıkız elini suya daldırdı.
— Deniz de harita gibi, gizleri içinde saklıyor.
Merve gülümsedi:
— Belki de haritamızın sırrı, insan kalbinde gizlidir.
Rüyadan Uyanış
Güneş batarken gökyüzü kızıl bir tabloya dönüştü.
Palmiye yaprakları rüzgârla sallanıyor, deniz fısıldıyordu.
Harita yavaşça ışıldadı.
Üzerinde şu yazı belirdi:
“Antalya, güneşin değil, insanın içindeki ışığın kentidir.”
Rüzgâr esti, martılar havalandı…
Ve bir anda okulun kütüphanesindeydiler.
Masada açık duran kitap “Türkiye’nin Antik Kentleri”ydi.
Sayfanın arasında küçük bir deniz kabuğu ve sarı bir begonvil yaprağı duruyordu.
Efe kabuğu eline aldı:
— Sanki Akdeniz hâlâ içimde.
Merve gülümsedi:
— Çünkü ışık bir kez dokundu mu, gitmez.




