Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması…
Bir imparatorluğun çöküşünü simgeleyen iki kara sayfa.
Bir zamanlar üç kıtaya hükmeden, adaletiyle, kültürüyle, ordusuyla dünyaya yön veren Osmanlı Devleti, artık küçülmüş, Anadolu topraklarına sıkışmıştı. Üstelik o topraklar bile Sevr haritasında il il, sancak sancak pay edilmişti. İstanbul işgal altındaydı; saray sessiz, padişah çaresizdi. Ordular terhis ediliyor, komutanlar görevden alınıyor, Anadolu’nun geleceği karanlığa gömülüyordu.
Ama karanlık ne kadar koyu olursa olsun, bir ışık hep vardır.
O ışık, Mustafa Kemal Paşa idi.
Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919 günü, yanında ne bir ordu ne de bir devlet gücü vardı. Ama içinde, milyonların uyanışını sağlayacak inanç ve kararlılık vardı. Anadolu halkı yoksuldu, eğitimsizdi; ama damarlarında dolaşan bağımsızlık tutkusu, vatan sevgisi ve iman gücü dimdik ayaktaydı.
İşte bu güç, bir ulusun yeniden dirilişini mümkün kıldı. Kadın, erkek, genç, yaşlı; kimi eline kazma, kimi kürek aldı; toprağını, onurunu, özgürlüğünü savundu. O büyük mücadele sonunda, emperyalist ordular bu topraklardan bir daha dönememek üzere gönderildi.
Ancak savaş kazanılmış olsa da Mustafa Kemal için mücadele bitmemişti.
O biliyordu ki asıl zafer, zihinsel kurtuluşla mümkündü.
Yoksul, okuma yazma bilmeyen, çağın çok gerisinde kalmış bir halkı, “muasır medeniyetler seviyesine” çıkaracak bir dönüşüm gerekiyordu. Bu dönüşüm yalnızca kılıçla değil, kalemle yapılacaktı.
Bu nedenle, eğitime büyük önem verdi.
Yeni harfler, yeni okullar, halk evleri, köy enstitüleri…
Kadınların toplumda eşit bireyler olarak yer alabilmesi için yasa değişiklikleri yaptı. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıdı, onların eğitimine özel önem verdi.
Kılık kıyafetten hukuk sistemine, takvimden ölçü birimlerine kadar her alanda yenilikler getirdi.
Bu inkılaplar kolay değildi. Halk alışkanlıklarından kopmakta zorlanıyordu, kaynak yoktu, ülke savaşın yaralarını daha yeni sarıyordu.
Ama Mustafa Kemal yılmadı. Çünkü o, her şeyin temelinin “akıl” ve “bilim” olduğuna inanıyordu.
O yalnızca bir asker değildi.
Bir düşünür, bir öğretmen, bir devlet adamıydı.
Kalemle de savaşan bir liderdi.
Nutuk’u yazdı; bir ulusun geçmişini anlatmakla kalmadı, gelecek kuşaklara yol gösterdi.
Kitaplar okudu, yazdı, düşündü, tartıştı.
Ve sonunda, dünyanın saygı duyduğu bir lider olarak tarihe geçti.
Elbette kusursuz değildi; hiçbir insan değildir. Ama onun yaptığı şey, bir mucizeydi:
Bitmiş bir imparatorluğun küllerinden çağdaş bir devlet kurmak.
Bu, yalnızca bir askeri zafer değil; bir uygarlık devrimidir.
Bugün özgürce konuşabiliyorsak, fikirlerimizi yazabiliyorsak, kadınlar ve erkekler eşit yurttaşlarsa, bunu onun ileri görüşlülüğüne, cesaretine ve insan sevgisine borçluyuz.
Mustafa Kemal Atatürk, yalnız bir dönemin değil, bir milletin yeniden doğuşunun adıdır.
O, maziden atiye kurulan köprünün mimarıdır.
Ve o köprünün üzerinden her geçen kuşak, bir kez daha aynı gerçeği fısıldar:
“Atatürk, yalnızca bir lider değil; bir milletin yeniden doğuşudur.”
Her 10 Kasım saat 9’u 5 geçe rahmet ve minnetle anıyorum. Ruhun şad olsun dünya lideri büyük insan.




